15-16 Haziran’da kadınlar da vardı ama…

15- 16 Haziran Türkiye işçi sınıfının sermayeye karşı yürüttüğü en görkemli kitlesel direnişlerinden biriydi. Kadınlar bu direnişe katıldılar ve fabrikalarda direndiler, yürüyüşlerde yer aldılar, işçi elbiseleriyle yürüyen tekel işçisi kadınlar hepimizin hafızasında yer edindi.
Paylaş:
Haber Merkezi

15- 16 Haziran Türkiye işçi sınıfının sermayeye karşı yürüttüğü en görkemli kitlesel direnişlerinden biriydi. Kadınlar bu direnişe katıldılar ve fabrikalarda direndiler, yürüyüşlerde yer aldılar. İşçi elbiseleriyle yürüyen tekel işçisi kadınlar ise hepimizin hafızasında yer edindi.

15-16 Haziranla ilgili yazılan tarihlerde ne yazık ki kadınların isimleri ve deneyimleri pek geçmiyor. Bunda emek tarihi yazımında hakim olan erkek egemen bakış açısının rolü olduğu gibi kadın işçilerin sendikal hiyerarşiler içinde yönetici ve karar verici pozisyonlarda olmaması şeklinde kendini gösteren erkek egemen örgüt yapılarının da elbette büyük rolü var. Direnişin örgütlenmesinde yer alan öğrenci hareketinden kadınların ve partili kadınların anlatımlarından ancak belli kadın portrelerine ulaşabiliyoruz.  Bunun dışında eylemlere temsilci, baş temsilci pozisyonunda katılıp bazı fabrikaları harekete geçiren kadınların veya eylemci olarak o gün orada bulunan işçi kadınların 15-16 Haziran ile izlenimlerini anlatmaktan çekindiklerini görüyoruz.  Ulaştıklarımız kendisinin dikkate değer bir deneyimi olmadığını ya da o günleri anlatmak istemediklerini söylüyorlar. İşçi kadınlar erkeklere göre deneyimlerini paylaşmak konusunda çok da istekli olmuyorlar. Bir siyasi hareket içinde olsalar da kıyısından politikaya değseler de bu böyle… Birleşik Metal İş Sendikası tarafından çıkarılan ve Maden İş’in Tarihini anlatan Dipten Gelen Kökler isimli kitabın 15-16 Haziran isimli bölümünde Mehmet Karaca’nın Tekel’de çalışan kadınlara ilişkin anlattıkları da kadın işçilerin daha önce başlayan organizasyon sürecinde pek yer almadıklarını gösteriyor.  “Meydandaki yığılma sadece biz Otosan işçileri ile sınırlı değildi artık. Etraftan başka katılmalarda olmuştu. Benim de içinde olduğum temsilciler ve bir grup işçi Tekel’in sigara fabrikasına girdik. Sonraki yıllarda yıkılan bu fabrikaya girdiğimizde özellikle kadın işçilerde bir korku gördük. Fabrikanın kreşinde çocuğu olan kadınlarda bu korku ve telaş daha fazla kendini belli ediyordu. Yaptığımız konuşmalarla önce sakinleştirdik. Kreşte çocuğu olan kadınlara isterlerse çocuklarını alıp evlerine gidebileceklerini veya fabrikada kalabileceklerini söyledik. Bu sakinleşmeden sonra işçilere, hükümetin sendikalar yasasında yapmak istedikleri değişiklileri ve bunun sendika seçme özgürlüğümüze nasıl kısıtlamalar getirdiğini anlattık.”

15-16 Haziran’a ilişkin pek kadın tanıklığı yok, elimizdekiler çok sınırlı,  az bilgi bulunuyor. Zafer Aydın’ın Ayrıntı yayınlarından çıkan İşçilerin Haziranı 15-16 Haziran 1970 isimli araştırmasını dikkatli okuduğunuzda erkek tanıklıklarından ve bir kadının tanıklığından daha fazla bilgiye ulaşmak mümkün … 15-16 Haziran’ın kadınlarını ayrıntılı araştırmak ise kadın emeği tarihçisi kadınların bu alanlara daha fazla ilgi göstermesi ile mümkün olabilecek.
Yıldönümünde, 15-16 Haziran’a katılan ve örgütleyen kadınlar arasında adı sıkça geçen Belkıs Kaya’yla Necla Akgökçe’nin Petrol- İş Kadın Dergisi için yaptığı söyleşiyi  yayımlayarak hem işçi kadınları hem de Belkıs Hanımı bir kez daha hatırlayalım dedik…

“Tak diye indirttim Şalteri”

Ürgüp’te doğdu, çok küçük yaşta evin sorumluluğunu üstlenerek, Birleşik Alman Fabrikası’nda işçilik hayatına atıldı. İlk sendikası Petrol-İş’ti, Ziya Hepbir, ona “üç oğlum var kızım da sensin” demişti. Sonra Gripin İlaç’a girdi. Sendikal mücadeleye Kimya-İş’te devam etti. 15-16 Haziran’da da 1 Mayıs 1977’de de en öndeydi.

Necla Akgökçe*

Belkıs Kaya’yı itiraf ediyorum geç farkettim. İlk defa adını İstanbul 1 No’lu Şube Başkanı Reşat Bey’den duydum. “Benim sendikacı olmamı sağlayan bir Belkıs Ablamız var, Gripin İlaç’ta uzun süre baştemsilcilik yapmış, onunla söyleşi ayarlayalım sana” demişti. Bir türlü olmadı. Haziran’ın başında nihayet ayarlayabildik. Telefonda “ben kadın işlerinden anlamam” dedi, net ve kararlı bir ses. Olsun, dedim, siz anlatın yaşamınızı o kadın deneyimidir zaten…
Kabul etti “Haftaya ara beni” dedi. Bir hafta sonra CNN Türk’de Rıdvan Akar’ın yaptığı 15-16 Haziran belgeselinde gördüm Belkıs Hanım’ı kanlı canlı olarak, kafamdaki tuttuğunu koparan sendikacı kadın tipiyle tam uygunluk içindeydi. Bir de gülünce gözleriyle gülen kadınlardandı. İki hafta sonra buluştuk. “Ben geleyim” dedim, yok, dedi “Reşat’ın oraya gelirim ben.” Çok sıcak nemli bir İstanbul öğleden sonrasında Merter’den kalkıp şubeye bizden önce gelerek, beni mahçup etti. KOAH gibi bir hastalığa rağmen. Epey uzun konuştuk, epey zorladık belki de. Affına sığındık artık. Söyleşi boyunca “size yeteri kadar yardım edemedim”, dedi. Bakın altını çizerek yazıyorum. Kaygısı karşısındaki insanın işini kolaylaştıramamaktı. Oysa işimi kolaylaştırmak için elinden geleni yapan oydu. Hayran kaldım. Bence çok “verimli” bir söyleşi oldu. Okuyun siz de Belkıs Hanım’a vurulacaksınız…

Önce kendinizi tanıtabilir misiniz, işçilik hayatınız nerede nasıl başladı, ne zaman sendika üyesi oldunuz?
İsmim Belkıs Kaya, evlenmeden önce Türkyılmaz’dı soyadım. 1943 Ürgüp doğumluyum. Güzel bir yerdir, Nevşehir’e bağlı. Ama ben oraya pek gitmedim. İstanbul’daydım. Çalışma hayatına 1960 İhtilali sonrasında, Birleşik Alman İlaç Fabrikası’nda başladım. O tarihte sendikacılık yoktu. İşçi mümessilliği sistemi vardı. Üç kişi seçilirdi, bir baş mümessil, diğerleri yardımcılarıydı. Bütün işçi-işveren ilişkileri bu mümessillik sistemi ile hallediliyordu. Çok dikkatli gazete okuruyumdur. Gazetede “İşçi haklarını savunacak sendikalar kurulacak” diye küçük bir yazı okumuştum. O zaman gömlek var üzerimde, sanki beni sendika bekliyor, iki tane de resim koymuşum gömleğin cebine. Başmümessil paydosta fabrikanın bahçesinde dolaşırken, bana “Belkıs gelir misin” dedi, gittim yanına. O tarihte Petrol-İş vardı. “Petrol-İş’te örgütleneceğiz Belkıs” dedi. Ben hemen gömleğimin cebinden fotoğrafları çıkardım. “Üye et beni” dedim. O şekilde başladı benim sendikal mücadelem.

Alman İlaç’ta kaç sene çalıştınız, ne iş yapıyordunuz?
Sekiz-dokuz sene çalıştım. 1968’de oradan kovuldum. Bekârdım o zaman, 15-16 Haziran olaylarından sonra evlendim ben. Sendikaya üye olmak kolay değildi. İşyerinde Petrol-İş üyesi olduklarını düşündüklerine baskı uyguluyorlardı, bir mücadele vardı yani, işim tüp kapatmaktı. Kolay iş değildir, tüp kapatmak. Parmaklarınızın ucu su toplar. Ben biraz inatçıyımdır. Kolay kolay vazgeçmem. Belki de mücadeleciliğin özünde bu vardır, onu bilemiyorum. Bu arada bir başka sendika daha çıktı ortaya; Kimya-İş. Fabrikada onun da üyeleri olduğu söyleniyordu. Ama biz mücadeleye Petrol-İş’le başladık. Diğer kişi emek sarf edilmeden ortaya çıktı gibi gelmişti bana.
O zaman bunun bir adı vardı, bugün ne denir bilemiyorum demek de istemiyorum. Çünkü sonra o sendikanın içinde yer aldım. Biz Petrol-İş üyesiyken Ziya Hepbir Genel Başkandı ve Amerika’daydı. Biraz da aklı evvel olduğum için onunla yazışmaya başladım. O işten atılmamı engellemek için işçi temsilcisi olmamı istiyordu. Her gittiği yerden bana kart atardı. Adres olarak da “Petrol-İş Temsilcisi” diye yazardı. Severdi beni “üç oğlum var, kızım yok, sen benim kızımsın” derdi.

Temsilci seçilmiş miydiniz?
Yok o zaman daha yoktu. 275 Sayılı Kanun daha sonra çıktı. Gel zaman git zaman Kimya-İş fabrikada toplu sözleşme imzaladı. O zaman daha şimdiki gibi yok; 20 sene önceki gibi sözleşme yapılamıyordu. Tasanüt aidatı diye bir şey vardı. Sendikaya üye olmuyorsunuz ama tesanüt aidatı ile o sendika üyesinin haklarından siz de yararlanabiliyordunuz. Ama ben Petrol-İş’liyim. Bana da zam yapmışlar. Oturdum iki satır yazı yazdım. “Kimya-İş üyesi olmadığımdan, ben bu zammı istemiyorum” dedim. Personel şefi Mehmet Bey çağırdı beni “Kızım sen böyle bir şey yazmışsın”, “yazdım” dedim. “Senin paran çok mu, zengin misin?” Hayır. “Paraya ihtiyacın yok mu? “Vaaar. Ben anneme bakıyorum.” “Neden bu parayı istemi-yorsun?” İstemiyorum dedim. Şaşırdı.

Kimya-İş’e nasıl üye oldunuz sonra?
Şeflerin yerlerini değiştirmeye kalktılar. Herkes kendi şefini istiyor, başkası ile çalışmak istemiyor. Eylem yaptık. “Tak” diye şalterler, yürüyen kayışlar durdu. Ondan sonra kavgalar kavgalar oldu. Dört beş gün içerisinde temsilciler de dahil olmak üzere 10 kişiyi elebaşı diye işten attılar. Ben de vardım içlerinde. İşten atılmışım, yeni işe girmem lazım. Kimya-İş Sendikası beni, Gripin İlaç’a yerleştirdi. Yedi kadın, üç erkektik. Bunun içinde baştemsilci de vardı. 1968-1980 yılları arası Gripin’de çalıştım. Gripin İlaç’tan sendika yürütme kurulu üyeliğine kadar geldim. Çok güzel sözleşmeler yapıyorduk. 15-16 Haziran’ı orada yaşadık. 1977 Kanlı Bir Mayıs’ından sonra bir de 30 Nisan yaşandı bu ülkede, onu kimse anlatmaz…

Nedir 30 Nisan?
1 Mayıs yasaklandığı için DİSK “Biz 1 Mayıs’ı 30 Nisan’da kutlayacağız” diye bir karar aldı. DİSK’in rahmetli Abdullah Baştürk tarafından yazılan bir bildirgesi vardı. Şalterleri indirdik ve onu okuduk. 1 Mayıs’ımızı böylece fabrikada kutladık.

Gripin İlaç’ta o zamanki çalışma şartlarını anlatabilir misiniz, ne kadar kadın vardı, siz sendikal mücadelenin neresindeydiniz?
Çoğunluk kadınlarda idi. Kozmopolit bir yapı vardı. Aile sorumluluğunu yüklenen kızlar çalışırlardı genellikle. Bizde de öyleydi. Aile sorumluluğu benim üzerimdeydi, sonrasında iki yeğenim de aileye katıldı. Annem bakıyordu ama maddiyat bendeydi. Bu arada ben TİP Eminönü İlçesi’nden olayların içinde tanıdığım kişiyle evlendim. 1972’de birinci çocuğumu, 1978’de de ikinci çocuğumu dünyaya getirdim. 1974’de sendika merkez yürütme kuruluna seçildim. Amatör olarak görev yaptım önce.

Çocukla zor olmuyor muydu?
Yetişiyordum. Mesaiye kalmak zorundaydık işyerinin özelliği bu. Mesai parası da güzel. Mesaiden karanlıkta çıkar, sendikal faaliyete gitmek için Zincirlikuyu’dan Etiler’e, Etiler’den Bebek’e koşarak inerdim. Çamaşır, bulaşık aklınıza ne geliyorsa bütün işlerimi Cuma akşamından bitirip, Cumartesi günü sendika toplantılarımız olurdu, ona katılırdım. Pazar günleri de genellikle grev ziyaretlerine giderdim. Kimileri “özveri” diyor ama bence inançtı bu.

Çocuklara kim bakıyordu?
Annem bakıyordu, onunla birlikte oturuyordum. Eşim bir ara yedek öğretmenlik yaptı. Aldığım para iyiydi. Çalışma şartları dediniz, çalışma şartları öyle çok modern ve rahat değildi. Şimdi klima var serinliyoruz. O zaman klima mı var. Yanındaki arkadaşın cam açtırmıyor, o şartlarda çalışıyorduk.

Kaç kişi çalışıyordu Gripin İlaç’ta?
180 kişiydi. 7-8’i erkek. Diğerleri kadındı. Bir bölümü evi geçindiren genç kızlar, bazıları benim gibi evli ev sorumluluğu olanlar, bir iki de yaşlı anne vardı. Gripin Opon üretiliyordu. Şimdi Zincirlikuyu’dan Avcılar’a gitmiş herhalde. Güzel yıllardı.

Orada yaptığınız sendikal çalışmaları anlatabilir misiniz?
Gripin İlaç’a sendikayı sokmak için mücadele vermişler, bizden öncekiler. Bir kişi işten atılmış ama onu da sendika vasıtasıyla geri almışlar. O zamanlar ben şeflik ile sendika temsilciliğinin aynı anda yürütülmesini eleştiriyordum. Şef nedir? Patron adına işçileri yönlendiren çalıştıran kişidir. İşçi temsilcisi nedir? O da çalışanların haklarını koruyan kişidir. Aynı şahısta bu olmamalı, diye düşünürdüm. Ama Gripin’de oturmuş bir sistem vardı, baştemsilci aynı zamanda şefti. Böyle gidiyordu. Kurulu bir tezgah gibi. Bana baştemsilciliği bırakıp giden Türkan Öniş ablam oldu. Kıdemli ve lafı sözü geçen biriydi. Gripin’in yıllarca baştemsilciliğini yaptı. Örnek bir insandır. O bana devir teslim etti. Ben de başlangıçta eleştirdiğim şeyi yaptım, onun teslim ettiği biçimde götürdüm işi. Yani hem temsilci hem şef olarak.
İşçiyle toplantı yapıp, talepleri tespit ediyor, sözleşme maddelerini onların istediği doğrultuda oluşturuyor, arkasından masaya oturuyorduk. Bu bir müzakere işiydi. Gripin’de yapılan sözleşmelerin çoğunda çok ileri haklar elde edilmiştir. Tabii en iyi sözleşmede bile herşeyi elde edemezsiniz. Mesela “pahalılık zammı” diye bir şey vardı. Bu zamanda Gripin rekor kırmıştı. Sözleşme dışında ilave para almıştık.

Toplu sözleşmelerde, kreş vs gibi şeyler mücadele konusu oluyor muydu?
Çocuk sorunu vardı. Mesela benim annem bakmasaydı ne yapardım, bilmiyorum. Bugün yuvaya veren anne 500 lira veriyor. Evet, o zamanlar kreş sözleşme ile istenip getiriliyordu. İkinci çocukta annem yaşlandı. Bakıcı aramaya başladım. Sonra iki ay kadar kreşe bıraktım, şimdi hatırladım kreş vardı, sonra da işten ayrıldım zaten. Gripin’de başlangıçta yemek verilmiyordu. Sözleşme ile getirildi yemek. Disiplin kurulu diye bir şey getirmiştik. İşçiyi patronun kolay işten atamaması için. Kurulda, üç patron tarafından, iki de işçi tarafından temsilci olurdu. Bir iş yerinin hukuk müşaviri bizden yana oyunu kullandığında, bunu kar sayıyorduk. DİSK’e bağlı Maden İş Sendikası’na bile örnek olan sözleşmelerimiz, sözleşme maddelerimiz vardı bizim. Bir başka sendikada tezgah başından gelip de yürütme kuruluna seçimle oturan erkek de pek yoktu o dönemlerde. Kaldı ki kadın. Ben tezgah başından yürütme kuruluna gelen tek kadındım.

Cesaret işi gerçekten de…
Benim kendime özgü kişiliğim var. “Yaparım” dedim ve yaptım. O zaman da işler kolay değildi. Akşam şubede diyelim ki bir toplantı var. Eşim bir şey demezdi. O konuda bir olumsuzluk yaşamadım. Annemin olması çocuğa bakması benim açımdan büyük şanstı. Annem eğitimli değildi ama çok anlayışlı ve olgun birisiydi.

Niye bıraktınız, niye vazgeçtiniz?
Petro- Kimya Sendikası ile Kimya-İş birleşecekti. Nedir birleşme; yönetime ortak olma demektir. Yönetimden de birileri gidecekti. “Ben istifa ederim, tek bu birleşme olsun” dedim. Gönüllü bıraktım. Niye bıraktım? Birleşme olmalıydı ona inanıyordum. Birilerinin vazgeçmesi de gerekiyordu, ben çekildim. Yürütme kurulu üyesiyken 2 bin lira alıyordum, tabii bizim maaş 1800’e düştü. Biraz sıkıntı çekmiştim o zaman. Sendikacılık göründüğü kadar kolay bir iş değil özellikle bir kadın olarak yaşı başı ne olursa olsun. Kolay bir şey değil.

İkinci çocuk nasıl bakıldı?
1980’de işten ayrıldım. Darbeden sonra masaya vurarak aldığım hakları geri alıyorlardı. Buna yürek dayanmazdı. Bıraktım. Dolayısıyla çocuğa kendim baktım.
Çocuk olduktan sonra kadının sendikacılık yapması çok zor. Kreşte olsa mümkün değil. Kreş ne kadar bakıyor. Sabah 8’den akşam 17.00’ye kadar. İşçi altıda, yedide paydos ediyor. O zaman ne olacak evde biri, ya da akraba olacak o bakacak.

Kaç saat çalışıyordunuz?
Sabah 08.00’den akşam 18.00’e kadar. Sözleşme ile yüzde 100, mesai ücreti alıyorduk. Para tatminkardı. Annem, eşim, ben, çocuklarım, iki yeğenim birlikte oturuyorduk.

Sendika baş temsilciliği ve yöneticilik de yaptınız, fabrikadaki diğer kadınlarla ilişkileriniz nasıldı?
Güveniyorlardı. Güvenmeseler temsilci seçmez, güvenmeseler sendika yürütmesine yollamazlardı. Baş temsilcimiz bütün katlar arasında şefti. “Baş temsilcilikle birlikte şefliği de yapacaksın, ben senelerdir böyle yürüttüm sen de böyle yapacaksın, yoksa tepeden birileri gelir, başımıza oturur” demişti bana. Onun yönlendirmesi sonucunda kabul etmiştim, şefliği.

Kadınların çalışmasına nasıl bakılıyordu, o dönem?
Emekli olduktan sonra bir iş arkadaşım “bu fabrika kızı” demişti. Evde oturmamış yani yüzü gözü açılmış, çalışmış çünkü. Bu laflar çok yakın zamanlara kadar konuşulurdu. Evde oturan hanımlar çalışanı eleştiriyordu. Esasında çalışan kadınların da çalışmayanla kafaları pek uyuşmazdı.

Şu anda ne yapıyorsunuz, tek mi oturuyorsunuz?
Kimya -İş tarafından yaptırılmış, 80 hanelik bir sitede oturuyorum ve yöneticilik yapıyorum. Tek başıma yaşamıyorum. Bir kızım, dört kedim, bir de eşim var, yanımda…

Gripin ilaçta işçilik yaptığınız dönemde unutmadığınız bir direniş öyküsü var mı?

Direniş değil de toplu sözleşmelerle ilgili bir deneyim hatırladım şimdi. Baştemsilciliği ve şefliği de aldığım zaman, ikinci çocuk doğmuştu saat üçte işten çıkıyor eve erken geliyordum. Emzirme iznini öyle denkleştirmiştim. Ben şu kadar zamanda bu izni kullanacağım, bu şartlarda benimle var mısınız? diye sormuştum arkadaşlarıma. Evet, demişlerdi. Toplu sözleşme iki yılda bir yapılıyordu. Sözleşme metni tespit edilirken genellikle o süreçte çalışanlar randımanı düşürürlerdi. Bana o zaman bu ters geliyordu. Randımanı düşürmenin bir zamanı vardı, bu, o zaman olmalıydı. Neyse sözleşme sürecine girmiştik. Birileri randımanı düşürmeye başladı. Hemen işçileri yemekhanede topladım. “Bu işin komutanı benim, siz seçtiniz beni, ben düşecek diyorsam, düşecek ya da başka şey yapın” dedim. Çalışmaya devam ettiler. Toplu sözleşmenin tam bitiş noktasında kapıyı açtım kafamı uzattım, “yarın randıman yok” dedim, o kadar.
İşveren avukatı “Belkıs hanım, ne yapıyorsunuz?” dedi. “Yok girmem içeri artık ihtilaf başladı” diye cevap verdim. Sendikacılar da şaşırdılar. Onlar da bilmiyor işin mahiyetini. O zaman Mehmet Kılıç başkan o ayrı bir kafa, ben ayrı kafayım.
Randımanı düşürdüler mi peki?
Tabii elbette. Sonra işveren tarafı “görüşelim” dedi. “Yook, sendikanın merkezi Ankara’da baş temsilci olarak benimle işiniz bitti. Bundan sonra artık onlarla görüşeceksiniz” dedim. Bize randevu sağla o zaman; onu sağladım. Öyle karın ağrısı gibi randımanı yavaş yavaş düşür, yapmadım böyle bir şeyi. Onlara niye malzeme vereyim. Benim arkadaşlarım bana uydu. “Tak” diye indirttim şalteri. Ve daha sonra çok güzel bir sözleşme yaptık. İstediğimizi aldık. Hiçbir sözleşme tam olmaz. Ama olduğu kadarını aldık “Fevkaladenin fevkindekinde” bir sözleşme yaptık. “Pahalılık zammı” dediğim, parayı o zaman aldık. Pahalılık zammında o tarihte Grip İlaç bütün işkollarına örnek oldu. Gripin’in o zaman önemli bir özelliği de kıdemli işçi çalıştırmasıydı. Artık öyle işçiler yok.
Gripin İlaç’ta o zaman başka kadın temsilci var mıydı?
Kadınlar rahat olmalı ki mücadelenin içine dalabilsin. Sendikalar onların önünü açacak şeyler yapmalı. Benim hayatımda annemin yardımı vardı, eşim de destekliyordu. Gripin’de bir ikincisi var mıydı ? Evli olarak yoktu. Bana baştemsilciliği bırakıp giden ablam, orada kıdemli ve lafı sözü geçen biriydi. Yukarıda bahsettiğim Türkan abla…

1977 1 Mayısı’na Gripin İlaç’tan kadınlar gelmiş miydi?
Yüzde 75’i geldi. 15-16 Haziran’a da gelmişlerdi, hiç unutmuyorum 16 Haziran’da işyerinden “çıkıyoruz” dedik ve çıktık. Bila istisna herkes katıldı. Hastalara “hayır siz gelmeyin” dedik onlar bile geldiler.

Onu nasıl sağladınız, şimdi eylemlere çok az çalışan katılıyor?
Toplum psikolojisi diye bir şey var. Ayrıca gerçek liderseniz, güven uyandırdıysanız, “hadi” dediğinizde gelirler, diye düşünüyorum. İnanıyorsa gelir, inanmıyorsa olmaz. Ben böyle düşünüyorum. Temsilcileri de iyi seçmeniz gerekiyor. Düzgün çalışıyor diye birini temsilci yapamazsınız. İlla “bu işçi iyi çalışıyor bu olsun” hayır, “bu değil o.” İyi işçi olması ayrı bir şey temsilci vasıflarına sahip olması ayrı şey. Temsilcileri işçiler seçer toplu sözleşme metnini işçiler kaba hatlarıyla tespit eder. En baştan sürecin içinde olursa, tabii ki davasına sahip çıkar. Gripin işçileri mücadele ile sendika üyesi oldular. Cağaloğlu, Babıali’de vilayete çok yakın, daracık sefertası gibi bir apartmanda iken başladım ben işe. Ondan sonra Mecidiyeköy’e taşındık, aynı işverendi. 1972’de geniş bir yere sahip olundu. O şartlarda başladık, giderek büyüdü fabrika. Yemek yoktu ne oldu, sendika mücadele etti yemek verilmeye başlandı. Kreşin adını ağzımıza alamıyorken kreşi getirttik. Güven duydular bize. Bunlar hep sendikanın yapacağı şeyler.

Bir sendikanın yürütme kuruluna kadar geldiniz, tek kadındınız zorlandınız mı?
Evet dört erkek vardı, tek ben kadındım. Tezgah başından yürütmeye gelip, konuşmak topluma hitap etmek; herkeste olan bir meziyet değil, bende de yoktu. Var, dersem yalan olur. Konuşmak ayrı bir şey. Benim mikrofona tepkim vardı. Oraya kadar gelen birinin mikrofona nasıl tepkisi olur? Olmamalı. Birleşmeden sonra Ankara’da genel merkezde bir toplantı oldu. Bir konuşma metni hazırladım, çok büyük hem de pek çok deneyimden geçmiş bir topluluğa hitap etmek zorunda kaldım. Ben mikrofonu o konuşmada bir sevdim bir sevdim ki… Bitirdiğimde salon alkıştan inliyordu. Birleşmeden doğan birtakım hastalıklar vardı onlara ışık tuttum biraz belki. Siyasi çekişmeler vardı. Orada benim çok iyi bir rol oynadığımı düşünüyorum, ortalığı yatıştırdım… Ben tezgahtan geliyorum, oradan gelen birinin konuşması zor. Ama mikrofonu sevmekte yarar var. Bir de buradan konuşacaksın- kalbini gösteriyor- o zaman sana inanır insanlar. Şu anda 80 hanelik bir sitede yöneticilik yapıyorum dedim ya. Mikrofon korkum hiç yok.

Dönüp baktığımızda, sendikacı olmaktan, memnun musunuz, pişmanlık duyduğunuz anlar oldu mu?
Hiç pişmanlık duymadım. Keşke o tarihi geri döndürüp, tekrar yaşasam, tartıştığım insanlar olsa da daha çok tartışsak, diyorum. Şimdi fikir mücadelesi yok artık. Öyle inançlıydık ki aynı zamanda…
Grev ziyaretlerine giderdik. Evet herkes gelmiyordu belki ama yine de bir grup olacak kadar insan geliyordu. Tek baştemsilci temsilciler gitmiyordu yani. İknaya gerek yoktu geliyorlardı. Bugün de DİSK’te bazı büyük toplantılara katıldım, çıkıp konuşan kadınları gördüm. Çok da aklı başında konuşuyorlardı. Kadınlar yönetici olabilirler. Niye olmasın? Ama önleri kesiliyor sanıyorum.

Şimdiki sendikacılar ve sendikalar hakkında neler düşünüyorsunuz?
Sendikacıların imajı kötü. Kötü propaganda yapılıyor gazetelerde. Yok şöyle zenginler, bu kadar para alıyorlar. Bunun böyle olmadığını anlatmak için bir çalışma yürütmek lazım. Ben anlattığımda, siz fedakar bir grupmuşsunuz, ama öbürleri öyle değil, diyorlar. Böyle verilmiş topluma. O zaman bunun aksini örneklemeniz lazım. Tezgah başındaki çalışanlardan daha çok sendikacı olacak, onların önü açılacak, onlara engel olmayacak. O zaman daha ziyade gençleşir de, kadınlaşır da sendikalar.

* Bu söyleşi Petrol İş Kadın Dergisi’nin Temmuz 2012 tarihli sayısında yer almıştı.

Paylaş:

Benzer İçerikler

Agnes Wabnitz, Klara Zetkin ve Rosa Lüxemburg’un selefiydi. Alman Sosyal Demokrat hareketi içinde ölümünden sonra hemen unutulmasını iyi bir hatip olmasına rağmen yazılı eser bırakmamasına bağlayanlar var. Ama bu unutuluşun ardında yaşarken çokça tartıştığı erkek yoldaşlarının da bir miktar payı olmalı ….
1980 yılının Adana Temmuz’unda işten çıkarken faşist kurşunlara hedef olan Meryem, bilinçli bir kadın işçiydi… Çalıştığı fabrikalara DİSK’i getirmek isterken işten atıldı. İKD çevresindendi ve işyerinde pek çok kadının dertlerine çare olmuştu. 26 yıllık kısa yaşamında anlatılmayı bekleyen pek çok deneyim biriktirmişti. Ama çok azına ulaşabiliyoruz ne yazık ki…
15-16 Haziran Direnişi’nin 52’nci yılında, tanıklıklardan iz sürüp kadın işçilerin yanında alıyoruz soluğu. Bazıları en önde polisle çatışıyor, bazıları tankların üzerinde ölüme meydan okuyor. Bazıları ise işyeri temsilcisi, binlerce işçiyi yönlendiriyor. Mücadelelerine saygıyla…
İçeriklerimizi kaçırmamak için e-posta bültenimize ücretsiz abone olun!