1960-1980 dönemi edebiyatında da feminist duyarlılık vardı

Türkiye’de feminizmin adının henüz anılmadığı yıllarda kadın yazarların eserlerinde feminist duyarlılık güçlü şekilde hissediliyor. Sosyolog Duygu Çayırcıoğlu’nun kaleme aldığı “Kadınca Bilmeyişlerin Sonu”, bu duyarlılığı görünür kılmayı amaçlıyor.
Paylaş:
Seval Öztürk
Seval Öztürk
sevalozturk18@gmail.com

1960-1980 dönemi… Türkiye’de feminizmin adının henüz anılmadığı yıllar… Ama böyle bir dönemde edebiyatta feminist duyarlılık, bir dip dalgası gibi yol alıyor. Dönemin kadın yazarları, eserlerinde erkek egemenliğini, aile kurumunu sorguluyor; özel olanın politik olduğunu, kadınların baskılara nasıl direndiğini anlatıyor.

Sosyolog ve editör Duygu Çayırcıoğlu, şubat ayında okuyucuyla buluşan, geçen ay ikinci baskısını yapan “Kadınca Bilmeyişlerin Sonu/1960-1980 Döneminde Feminist Edebiyat” adlı kitabında, işte bu feminist duyarlılığı görünür kılmayı amaçlıyor.

İletişim Yayınları’ndan çıkan, 196 sayfadan oluşan kitapta, dönemin yedi kadın yazarı tarafından kaleme alınmış toplam sekiz kitap inceleniyor. Kitabın adı ise bu yazarlardan Sevgi Soysal’ın 1968 yılında yayımladığı ünlü eseri Tante Rosa’ya bir gönderme niteliğinde. Soysal, Tante Rosa’yı “bütün kadınca bilmeyişlerin tek adı” diye tanımlamıştı. ‘Kadınca Bilmeyişlerin Sonu’ ise adı üstünde, kadınca bilinçlenmenin hikâyesini ele alıyor.

“Analiz ettiğim kitaplar 1960-1980 arasının, kadınların kadınlık durumu üzerine düşünmesi ve feminist düşünce açısından sanıldığı kadar pasif geçmediğini kanıtlıyor” diyor Çayırcıoğlu. Bu nedenle feminist edebiyat açısından bu dönemi bir “suskunluk” değil, “kuluçka” ya da “ön-feminizm” dönemi olarak görmek gerektiğini söylüyor. Çayırcıoğlu ayrıca, o dönemin edebiyat ortamında kadın yazarların emeklerinin yeterince değerlendirilmediğine, haklarının teslim edilmediğine dikkat çekiyor.

Duygu Çayırcıoğlu ile kitabını, 1960-1980 dönemi edebiyatında kadın emeğini ve feminist duyarlılığı konuştuk.

.

Feminizmin adı bile yokken…

Kitap fikri nasıl ortaya çıktı, sizi bu çalışmayı yapmaya iten şey neydi?

Yola çıkış noktam, 1960-1980 edebiyatında ön-feminizm incelemesi fikriydi. Bu dönemde bir ön-feminizm geliştiğini düşünerek çalışmaya başladım. Türkiye’de feminizmin adının henüz anılmadığı bir dönemde edebiyatta feminist duyarlılığın var olduğuna dikkat çekmek istiyordum. Literatüre baktığımda, daha önce yapılan çalışmaların çoğunlukla Osmanlı kadın edebiyatı ve Cumhuriyet’in ilk dönemine ait eserlere odaklandığını gördüm. 1960-1980 dönemine dair ciddi bir boşluk vardı. Özellikle, çalışmamda ele aldığım yazarlar (Sevgi Soysal, Nezihe Meriç, Sevim Burak, Leylâ Erbil, Adalet Ağaoğlu, Füruzan ve Tezer Özlü) bu dönemi irdelememde etkili oldu. Onların eserlerinde feminist duyarlılığın ne kadar güçlü ve hissedilir bir şekilde yer aldığını aklımın bir köşesinde hep tutuyordum. Beni bu araştırmayı yapmaya iten en önemli şey, bu duyarlılığa olan merakım ve bunun görünür kılınması gerektiğini düşünmemdi.

Kitapta yer alacak yazarlara ve eserlere nasıl karar verdiniz?

Bu yazarlarda bana en cezbedici gelen taraf, geleneksel çizgiden ayrıksı duruşları oldu. Çok özgünler. Cesurca yeni şeyler denemişler. Kalıpların dışına çıkan, yenilikçi bir damar var onlarda… Eserlere karar verme sürecine gelirsek, Bildungsroman (oluşum romanı*) olmalarına özen gösterdim. Daha doğrusu birer kadın Bildungsromanı gibi yazılmış olmalarını istedim. Hikâyelerin baş karakteri olan kadınların “büyüme-gelişme” anlatısı içinde kurgulanmaları, bana daha fazla gözlem imkânı sunacaktı. O yüzden bu anlatı türüne odaklandım.

Bildungsroman, kadınların toplumsal cinsiyet rolleri etrafında özne olarak inşa edilirken geçirdikleri evrelere daha yakından bakabilmek ve bu süreçte kadınların ataerkil toplumda kadın olmaya dair bilinçlenip bilinçlenmediklerini etraflıca görebilmek açısından elverişli bir kaynak. Ve tam da Batı’da 1960’larda güçlenen kadın hareketiyle birlikte bu anlatı türünde radikal bir artış gerçekleşmiş. Çalışmamda andığım yazarların kitaplarına dolaylı da olsa bu artışın etki ettiğini düşünüyorum. Hemen ekleyeyim, diğerlerinden farklı olarak Sevgi Soysal’ın iki kitabını inceledim, çünkü bu çizgiye her iki kitabı da oturuyordu. Ayrıca, bir öykü kitabı olmasına rağmen Sevim Burak’ın Yanık Saraylar’ını da analizlere dahil ettim. Burak’ın kitabını yaptığım araştırmanın dışında bırakamazdım. İşlediği konular açısından genel iddiamla örtüşüyordu. Özellikle, “kadın yazını” tartışmasında yeni bir biçim yaratma örneği olarak es geçilemeyecek bir metindi.

Kitap yayımlandıktan sonra şu kitap ya da yazar da olmalıydı dediğiniz oldu mu?

Olmadı diyebilirim… Çünkü kitabı hazırlarken, daha doğrusu kitaptan evvel doktora tezimi yazarken bu yazarlar ve kitapları üzerine epey düşünmüştüm. Az önceki sorunuzu yanıtlarken sıraladığım nedenlerle bu isimlere karar verdim. Tam da istediğim kadroyla yola koyuldum aslında… Ama elbette o dönem yayımlanan kitaplara dair bir kazı çalışması yaptıkça çalışmamdaki iddiamla örtüşen başka başka metinler görmek mümkün.

Suskunluk dönemi değil, ön-feminizm

Kitabınızda, feminist edebiyat açısından 1960-1980 dönemini bir kuluçka dönemi olarak değerlendiriyorsunuz. Biraz açar mısınız?

Bilindiği gibi, 1960’lar ve 1970’lerde Batı’daki feministlerin gündemini oluşturan meselelerin Türkiye’deki feministlerin gündemine girmesi, bilinç yükseltme faaliyetleri, kitlesel hareketin gelişmesi için 1980’li yıllara dek beklenmiş. Bu nedenle, 1960-1980 arası -Yaprak Zihnioğlu’ndan aldığım tabirle- ayrı bir “suskunluk dönemi” gibi. Bu tabir aslında iki feminist dalga arasındaki uzun zaman dilimini imler. Ben ise dönemleştirmeyi daraltarak 1960-1980 arasını suskunluk dönemi olarak yorumladım. Daha doğrusu, suskunluktan ziyade bir kuluçka dönemi olarak adlandırdım. Analiz ettiğim kitaplar 1960-1980 arasının kadınların kadınlık durumu üzerine düşünmesi ve feminist düşünce açısından sanıldığı kadar pasif geçmediğini kanıtlıyor bence. Daha önce de belirttiğim gibi, burada aslında ön-feminizmi kastediyorum. Ön-feminizmi, İngilizcedeki proto-feminismin karşılığı olarak kullandım. Her ne kadar adı öyle konmasa da feminist nitelik taşıyan bir dönemi işaret ettim. Özetle, Batı’da 1960’larda yükselen kadın hareketinin Türkiye’deki yirmi yıllık rötarında kendine bir yol bulduğunu, bilinçli ya da bilinçsiz bir karşılık gördüğünü vurgulamak için kullandım. Bu anlamda bir ön-feminizmden, ön-tarihten bahsedilebileceğine dikkat çektim.

Türk Kadınlar Birliği’nin kapatılmasından sonra kadın hareketinde sessiz bir dönem başladı diyebiliriz. Sizce bu dönemin edebiyata yansımaları nasıl oldu?

Bu dönemin yazarları, aydın kadınları maruz kaldıkları baskıya ve dışlayıcı tavra karşın, bir şekilde kendilerini ifade edebilecek alanlar yaratmayı bilmişler. En büyük imkânı da edebiyatta bulmuşlar. Benim odaklandığım dönemin yani 1960-1980 öncesinin kadın yazarlarının bu durumdan daha çok etkilendiğini düşünüyorum. Örneğin Geç Osmanlı-Erken Cumhuriyet yazarlarından Nezihe Muhiddin, siyaset alanının dışına itilince fikirlerini ve yarım kalan “dava”yı romanlarına taşımaya başlamış. Kadınların maruz kaldığı maddi ve psikolojik şiddeti anlatmış. Keza Şükûfe Nihal de erkek egemen toplumda kendilerini var etmeye çalışan kadınların durumuna yönelik düşüncelerini ve aslında yarım kalan sözünü romanlarında dile getirmiş.

Kadın yazarlara hakları teslim edilmedi

İncelediğiniz dönemle ilgili edebiyat alanında kadın emeğine dair neler söyleyebilirsiniz?

Erkeklerin hâkim olduğu bir edebiyat ortamında kadınların üretimlerini sınırlayan şeyler olmuş maalesef. Kadın yazarların emeklerinin dönemin edebiyat ortamında -kaba tabirle sektörde- yeterince değerlendirilmediğini, haklarının teslim edilmediğini söyleyebiliriz. İşin bu emek kısmını o dönem yayımlanan kitaplardan bazılarında da görebiliriz. Mesela Leylâ Erbil’in Tuhaf Bir Kadın’ındaki Nermin karakterinin siyasette ve edebiyatta tutunabilmek için verdiği çaba bunun ilginç örneklerinden biri. Her iki alanın da erkek hâkimiyetinde oluşuna Nermin karakteri aracılığıyla tanıklık ederiz. Nermin çabalarına karşılık alamayınca bir noktadan sonra edebiyatı erkeklere bıraktığını söyler…

Daha erken dönemlere baktığımızda, kadınların isim haklarının bile teslim edilmediğini görüyoruz. Kadınlar kendi isimleri yerine farklı sıfatlarla anılmış, mahlaslar kullanmış ve hatta erkek isimleri kullanmışlar. Kadınlar kendilerini kabul ettirmekte zorluk çekmişler. Kendilerini ispat etmeye dönük fazladan çabaya sürüklenmişler. Bu elbette yıpratıcı bir şey…

*İlk örnekleri Alman edebiyatında görülen, bireyin çeşitli aşamalardan geçerek edindiği gelişimi, olgunlaşmayı konu edinen bir roman türü.

Paylaş:

Benzer İçerikler

Yoksulluğun dibindeki gecekondu kadınlarını da betimledi, her şeyde kullanılan bir eşyadan farksız konak hizmetçileri ve beslemelerini de… Baskıcı “Aile reisleri”ni hiç sevmedi. İç dünyaları keşfedilmeye değer görünmeyenler onun usta kaleminde hayat buldu. Füruzan kocaman bir pencere açtı dünyaya. 
Ressam Şükran Yangın Üst, hem eşitsizlik ve ayrımcılıkla hem de ekonomik krizle boğuşan kadın ressamların desteklenmesi gerektiğini söylüyor: “Bir sergi açmak istesek maliyeti çok yüksek. Boyalar, fırçalar, tuvaller çok pahalı. Kadın ressamlar, sergi açacak parayı bulamıyor. Bize, eserlerimize destek verilmiyor.”
İçeriklerimizi kaçırmamak için e-posta bültenimize ücretsiz abone olun!