ne filistin-israil ne yargıtay-aym… gündelik, basit ve muhtemelen sadece feministlerin ilgisini çekecek bir konuyu yazmak istiyorum.
yemeğin üretildiği ve tüketildiği ilişkiler, yakın tarih içinde bile büyük değişim gösteriyor. öğle yemeği için işyerinden hatta okuldan evine giden insanlar, artık ancak filmlerde ve edebiyatta çıkıyor karşımıza. zaten özellikle büyük şehirlerde işyeri evine yakın olan az. ama daha önemlisi kadınların ücretli çalışmaya başlamasıyla birlikte, evde öğle yemeği hazırlayacak biri olmayabiliyor.
büyük işyerlerinde öğle yemeği, vardiyalı çalışılan yerlerde üç öğün yemek çıkar. esnafın, atölyelerin ve ofislerin bulunduğu semtlerde sadece öğle yemeği servis eden lokantalar, kafeler bulunur. ofislere, evlere yemek servisi hep oldu ama pandemiden sonra evde çalışmanın kalıcılaşmasıyla eve yemek söylemek yaygınlaştı. burada bir parantez açıp şunu söylemek istiyorum; kuryelerin hız baskısıyla yaşadığı tehlikeler, ambalajların sebep olduğu atıklar bu hizmetin olumsuz yanları. işin ambalaj kısmı, marketten ya da lokantadan yemek alıp eve götürmek için de söz konusu. ama yine de bunun, çocukları evden dışarı çıkarmak zorunda kalmamak gibi avantajlarıyla ortak yemekhaneler fikrinden daha kullanışlı olduğu ortada. çıkıp lokantada yemek yemeyenler aynı parayı harcayarak yemek söylemeyi tercih ediyor.
çünkü her gelir grubundan ücretli emekçi, işten artan zamanlarının bir kısmını evde geçirmek istiyor ama git gide daha fazla insan bir evin mutfağında üretilmemiş yemekler yiyor.
bu, “yemeğe çıkmak”tan farklı. orada bir haz, konfor arayışı ve sosyalleşme imkânları var; belki evde hazırlanmayan ya da evdekinden daha ustaca hazırlanan yemekler yemek, servis yapılması, aynı mekânda yemek yiyen başka insanların varlığı gibi.
bütün bunların, evde üretilen yemekten başka ne farkı var?
ev yemeği
öncelikle “içine ne koyduklarını bilmemek.” sadece daha ucuz yağdan ya da salçadan söz etmiyorum. özellikle fastfood ürünlerinde, glutamat gibi bağımlılık yapan malzemelerin kullanıldığını biliyoruz. birçok lokanta, özellikle düşük fiyatlı olanlar, fabrikalarda üretilen yemekleri satıyor. bunların üretiminde kullanılan malzeme seçilirken fiyatın sağlıktan daha önemli olması ihtimali yüksek.
ikinci nokta hijyen. küçük mekânlar arasında hâlâ bulaşıkçıyı bulaşık makinesine tercih edenler var. bulaşıkçı büyük ihtimalle ücretli çalışana kadar elini bulaşığa sürmemiş bir erkek oluyor. yani iyi hijyene ulaşmak için, yüksek fiyatlar ödemek gerekebiliyor.
ama şu soru aklıma takılıyor: geçmişte esnaf lokantalarında bulunan ve ağırlıklı olarak tencere yemeklerinden oluşan mönüye bugün “ev yemeği” denmesinin sebebi ne?
tencere yemeğinin en iyisinin evde pişiriliyor olması mı? ama yemeyi meslek edinmiş insanların daha lezzetli yemekler hazırlaması mantıklı değil mi? belki ücretli emekle üretilmiş yemek, hayatımıza git gide daha fazla girdikçe, ücretsiz emekle üretilen yemekler daha makbul hale geldi. insanların/kadınların, aileleri saydıkları insanlar için yemek yaparken daha insaflı, daha dikkatli olacakları varsayılıyor ya da. “ev yemeği”, o varsayımı hatırlatıyor.
başka bir kek, başka bir anne
evde dondurma, baklava, profiterol, milföy pasta dahi yapılırken basit tariflerle yapılan keklerin adının bir anda “anne keki” olması neden peki? pastacılık okulları, mutfak atölyeleri, youtuber’lar almış başını giderken neden çocuk sahibi olmayı tercih etmiş ya da buna mecbur olduğuna inanmış veya buna mecbur bırakılmış bir kadın olmak, iyi kek yapmanın garantisi olsun? oysa o kadının, çocukların sayısına bağlı olarak üç öğün temel beslenmeye ayırdığı zaman, kek gibi “ekstralara” mesafeli bile kılabilir onu!
burada, annelere atfedilen iki özelliğe bel bağlandığını düşünüyorum:
-ailesine, özellikle de çocuklarına zararlı bir şey yedirmeme arzusu. oysa anneler neyin zararlı neyin zararsız olduğu konusunda donanımlı olsa bu kadar çok trans yağ içeren margarin satılır mıydı?
-ailesi ve çocukları için en lezzetli olanı hazırlama arzusu. lezzetin kaynaklarını düşündüğümüzde bu, zaman zaman, hatta sık sık ilkiyle çelişebiliyor. ayrıca arzu, mahareti de beraberinde getirmiyor.
ayrıca “anne”nin, başka annelerin çocuklarına aynı özenle kek yapacağı da şüpheli.
kendi adıma, işin içinde -bir masterchef kadar olmasa da- belli bir rekabet bulunduğu için, gün mönüsünde yer alan keke, lezzet ve sunum açısından daha fazla güvenirim; sağlıklı olma konusundaysa hiç güvenmemek gerçekçi olabilir.
anne yemeklerini özlemek
ama şu var tabii; eğer özel olarak kötü değillerse -ki bu ihtimal iddia edildiğinden daha yaygın- annemizin, büyürken yediğimiz yemekleri damak tadımızı şekillendirirdi. geçmiş zaman kullanıyorum çünkü lahmacun, pide ve poğaçanın da parçası olduğu fastfood çağı öncesinin gerçekliği bu. hamburgeri annesinin köftesine tercih edenler bir çığ gibi artıyor bile diyebiliriz. bu ille kötü bir şey olmayabilir. aile çözünürken ev de eski itibarını kaybediyor, anne keki kafelere taşınırken anne adım adım özgürlüğe yürüyor.
yine de, çoğumuz annemizin domatesli pilavını, ezogelin çorbasını, dolmasını özlüyoruz. bunları her istediğimizde tüketmenin yolu, annemizden tarif almak! mutfak geleneklerinin kuşaktan kuşağa aktarılmasının da yolu bu. ayrıca annenizin sizi doyurmaktan mutlu olduğundan emin olmayın, belki yanında yüzünüz başka türlü gülmediği için mutfakta saatler geçirmeye razı oluyor.
kendisine layık gördüğü hayatı, özgürlüğü ve konforu annesine layık görmeyen, onun ince sarma, ev baklavası, açma börek sarmalında mutlu ve gururlu olduğuna inanan veya bunu mutlak sayanlar arasında kadınların da bulunması üzücü.
bütün çocukların hepimizin çocuğu olacağı, bütün keklerin çocuklar yiyecekmiş gibi özenle fırınlanacağı ve hepimizin, sevdiğimiz yemeklerin en azından bir kısmını pişirmeyi bileceğimiz günler, anneler özgürleştiğinde.
Fotoğraf: yemekdili.com