Kendi senaryomuzu yazma zorunluluğunun kitabı…

Antabus, gazetelerin üçüncü sayfasına sıkıştırılmış kadınların kitabıdır. Antabus bir sorular, çelişkiler ve çatışmalar kitabıdır. Antabus iki senaryodan oluşur ama aynı zamanda, kendi senaryomuzu yazma zorunluluğunun kitabıdır.
Paylaş:

Hâlâ kullanılıyor mu bilmiyorum ama eskiden “boyalı basın” diye bir tabir vardı. Bu tabir hem parası bol olduğu için (patronlar tarafından desteklenen veya direkt finanse edilen) her rengi (farklı renkler ve renklerin kalitesi demek para demektir) rahatça ve bolca basabilmesinden hem de parası bol ama gündemi asla nüfusun yüzde 99’unun gündemiyle ilgisi olmayan parıltılı, renkli burjuva hayatlara sayfalarını ayırmasından kaynaklanırdı. 

Gazetelerin ilk sayfalarının sürmanşetinde girilen bu tür “boyalı” haberlerin devamı çoğunlukla ikinci sayfada yer alır; “Cemiyet hayatında nerede, ne olmuş? Kim ne giymiş? Kim kimle görüntülenmiş?” sorularına cevap verirdi. İkinci sayfadan üçüncü sayfaya geçişte “Ne hayatlar var be!” nidası yükselirdi sayfadan.

Üçüncü sayfa ise bahsettiğimiz ikinci sayfadaki yüzde 1’lik kesimin ömründen ömür çaldığı, insanca bir yaşamı çok gördüğü, şatafatlı yaşamlarını sürdürebilmek açısından yoksulluk ve yoksunluğa mahkûm ettiği biz “insancıklar” ile ilgiliydi. Cinayetler, tecavüzler, hırsızlıklar köpürtülüp egemen dil ile servis edilirdi. “Yakayı ele vermiş” “saf hırsız” ile dalga geçilir, “kocasını aldatmış” ya da sadece “nefes almış” bir kadının bir erkeğin “cinnet”i sonucu “hayatını kaybettiği” anlatılırdı vs. vs. İçi kararırdı insanın, okurken üçüncü sayfayı. Sayfa çevrilirken “bu ülkeden ‘adam’ olmaz!” nidası yükselirdi bu kez gazeteden. Ama ikinci sayfaya oranla sayfayı geçme, jet hızıyla yarışırdı. Boyalı basın sözcüğü artık kullanılmasa da anaakım gazetelerde bu “habercilik” anlayışı bugün de bir biçimde kendini sürdürüyor.

Günlük boyalı basının iç karartan bu üçüncü sayfasını çevirip geçmeye izin vermeyen bir kitap tutuşturuldu geçenlerde elimize. “Geçme” dedi kitap, “Dur ve oku o sayfayı.” Ama orada yazılanı, yazıldığı şekliyle değil. Satırlar arasında boğulmaya çalışılanı, ayrıntıda gizleneni görerek oku. İşte okumaktan içimizin kıyıldığı o üçüncü sayfa kitabının adıdır Antabus.

“Ben, Osman kızı Leyla, Remzi’nin karısı Leyla oldum”

Son dönem edebiyatında önemli bir ivme yakalamış, kendi tarihini kendisi yazmak için sahnedeki yerini iyiden iyice belirlemiş kadın edebiyatının ülkemizdeki temsilcilerinden Seray Şahiner, bu kitabı 2014’te kaleme aldı. Aradan dokuz sene geçmiş. Geçtiğimiz haftalarda yapılan Kadınİşçi’nin Eğitim Kampı’nda 30’dan fazla katılımcı kadına hediye edildi bu kitap.

Aslına bakılırsa kampa giderken “güneşlenirken okunacak” kitap almıştım yanıma. Akıllara Oğuz Atay’ın Tutunamayanlar kitabı gelebilir. Malum, tatil ihtiyaç listesinde havlu ve güneş kreminden sonra sıralamada o yer alır. Ama çok kalın olduğundan yanıma almamıştım. Figen Şakacı’nın Bitirgen’ini katmıştım yanıma. Kayısı kokusu eşliğinde tadı damakta kalan Bitirgen’i sonlandırıp Antabus’u okumaya başladım.

Kitabın sayfalarını çeviriyor ama sayfalar arasında ilerledikçe kendisini okutan gazetenin üçüncü sayfasını bir türlü çeviremiyordum. Daha ilk sayfalardan itibaren Leyla, sivri diliyle yüzümüze yüzümüze çarpmaya başlıyordu satır aralarında gizlenenleri. Gazetenin dördüncü sayfasına geçmemiz için izin vermiyordu. “Baba” ya da “koca evi” denilen kadın hapishanesinin duvarları içerisinde yaşanan şiddete kulak tıkayanlara sitem ediyordu.

“İnsan kimse yokmuş gibi yaşamayı öğreniyor. Mademki duyup duymazdan geliyorlar, yok sayıyorum ben de onları…” (S-15)

Siz de Leyla’ya hak veriyorsunuz; onunla birlikte, onun çevresindekileri yargılamaya başlıyorsunuz; tam o sıra bir bakmışsınız, Leyla’nın siteminde bu kez sanık sandalyesine siz oturuvermişsiniz.

“Siz de meraktan kurdeşen dökmüşsünüzdür şimdi […] Orda olduğunuzu biliyorum! Seyredenler hep olur. Sokakta adam, Allah yarattı demeyip bir tane vurunca, akraba düğünlerinde azarlarken, evde dayak yerken bile… Gerçi benim adam, konu komşuya rezil olmayalım diye perdeleri örter, sonra vurur. Ama bilirim en azından sesleri duyarlar. Duyarsınız, görürsünüz, üzülürsünüz. Ne de olsa siz de bir kalp taşıyorsunuz. Belki gece yatarken kocanıza-karınıza, ‘Adam da Leyla’ya ne zulmediyor, vallahi içim parçalandıdiye dertlenir, benim kaşım gözüm paralanırken parçalanan içiniz için merhamet toplarsınız. Aileniz de anlar ki siz çok insaniyetli birisiniz. Sonra da insaniyetli insaniyetli zıbarır uyursunuz.” (S-15/16)

Sağa sola bakmak kurtuluş değildir, bu satırları okuyunca… Direkt kitabı elinde bulunduranadır bu sözler. Anlaşıldı, diye düşündüm. Sert bir kadın Leyla.

Leyla kitabımızın başkişisi. “Figüranları başrole çıkarmaya meraklı bir yazar”(1) olarak Seray Şahiner’in, üçüncü sayfa haberlerinin özensizliği ve sıradanlığından sıyırıp Antabus’a taşıdığı Leyla, köyden gelip İstanbul’a yerleşir. “Baba evi”nde, işyerinde ve “koca evi”nde sürekli devam eden bir şiddet çemberinde yaşar. Bu çemberi kırma konusunda iki senaryo ile karşımıza çıkar Leyla: İlki karnında ve elinde bir çocuk ile ölümü seçme şeklinde sonlanır, ikincisi ise şiddet faili kocasını öldürmesi ile…

İkisi de zorlu ve ağır senaryolar aslında. Ama yazar, Leyla’ya öyle bir can vermiştir ki onu tanıdıkça, Leyla’nın bu senaryolarını okudukça, onun sert dilli bir kadın olduğu düşüncesi eriyiveriyor insanda. “Ben, Osman kızı Leyla… Babamın soyadından çıkıp kocamın soyadına geçtim. Televizyonda görüyorum, bazı kadınlar kocalarının soyadını almıyor. Babalarınınkini sürdürüyor. Amaan, ne fark eder. Beni o adama veren babanın soyadını taşıyıp ne yapacağım? Hele bazısı hem babasının hem kocasının soyadını taşıyor ki Allah muhafaza… İki celladımın da soyadını taşıyacağım, he mi?! Topunun soyuna kibrit suyu. Ben, Osman kızı Leyla, Remzi’nin karısı Leyla oldum. Bana sorsalar, sadece ‘Leyla’ olmak isterim. ‘Leyla ve Mecnun’ bile değil, düz Leyla” (S-36-37) diyen bir kadına “sert” der bazıları belki ama bence şöyle güzel bir çay demleyip karşılıklı iki lafın belini kırası geliyor insanın onunla. Sonra erkeklerin “topunun suyuna kibrit suyu” dökesi…

Leyla’nın bunalımı ve patriyarkanın döngüsü

Mizahi bir düşünüşü ve anlatışı var Leyla’nın, kendi hikâyesini… Yaşadığı baskıyı, cinsel saldırıyı, bitmez tükenmez şiddet sarmalını olduğu gibi anlatırken bile yüzümüzü güldürmeden duramıyor. Ama ondaki bu mizahi bakışa gülümsememize bir süre sonra eşlik etmeyi bırakıyor Leyla. Silah zoruyla bizi gülümsetmeye çalışsa da, bir süre sonra yaşadıkları ona kaldıramayacağı derecede ağır gelmeye başlıyor.

Koca dayağından, adam içkiyi bırakırsa bir nebze kurtulabileceğini düşünen Leyla, Ülker Abla’dan (2) aldığı tavsiyeyle kitaba ismini veren Antabus ilacını kullanmaya başlıyor. Tabii kullanan kendisi değil. Parça parça kocasına veriyor ve bu ilaç sayesinde onun içkiden uzaklaşmasını bekliyor. Ancak ilacın etkisini göstermediğini, aksine yan etkisi olan kalp krizi sonucu kocasının öleceğini düşünen Leyla, derin bir bunalıma düşüyor.

Bu bunalım hali aslında bir kırılmadır Leyla için. O ana dek evini sürekli bir düzen içinde tutmaya çalışan Leyla’nın evinde artık bulaşıklar küf tutmakta, yerler pislik içinde kalmakta, çamaşırlar birikmektedir. Kendi annesinden görmediği ilgiyi, özeni çocuklarından esirgemeyen Leyla, çocuklarına şiddet uygulayacak noktaya gelmiştir. Hatta bu yüzden annesi ile ilk kez gerçek manada karşı karşıya gelir ve gerçek düşüncelerini söyler Leyla, kitabın ilerleyen sayfalarında.

“Uyandım. Zır zır zil çalıyor. Ne var ne ne! Kapıyı açtım: Annem. Girdi içeri, bar bar bağırıyor. Ben ne biçim anneymişim. Öyle dedi. Ayşe, telefon açıp beni anneme şikâyet etmiş, ‘Annem bize bakmıyor,’ diye. Bu evin hâli neymiş böyle? Bokumuzu parmaklıyormuşuz. Çocuklar pislikten hastalık sahibi olacakmış. […] Annem saydıkça sayıyor. Ben ne zaman adam olacakmışım da, bu kızları da mı kendime benzetecekmişim, hiç mi ders almıyormuşum, o beni böyle mi yetiştirmiş? Hahahaha! Dedim, ‘Anne, sana yılın annesi ödülünü vericem. Hahhaha!’ […]

‘Pü suratına!’ dedi annem. ‘Çocukları rezil etmişin, utanmadan bana dil veriyorsun bir de.’ Dedim, ‘Tamam, al götür sen bak.’ Annem bir şaşır bir şaşır. ‘Olur mu kızım? Ben bakmasına bakarım da baban… Hem kocan da izin vermez.’ ‘Götün yemedi di mi?’ dedim. ‘Sen ana olaydın ben bu hâle düşmezdim. Bir günden bir güne beni babamdan korumadın. Sonunda da Remzi’ye verdiniz.’ ‘He he,’ dedi, ‘ben ana olamadım da sen oldun he mi? Ben seni babandan koruyamadım ama kendim dövmedim hiç değil. Sen Ayşe’yi dövüyormuşsun.’ Annemi siktirle kovdum. […] Ayşe’ye döndüm, ‘Beni kime şikayet ettiğini gördün mü küçük orospu? Bak arkasına bakmadan sıvıştı. Bunlar bakacak olsa bana bakardı.’ Vurdum kafayı yattım. Uyudum!” (S-89/90)

Annesine çok öfkeliyken ona benzememek için çabalayan ama bu patriyarkal şiddet sarmalını kıramayıp ona benzemeye başlayan bir kadın aynı zamanda Leyla. Tam da bu çatışma ve dönüşme hali gerçek olan. Patriyarkal sistemin temel taşlarından biri bu döngü. Leyla’nın diline alışıp onun bu bunalımına üzülürken bu kez bu döngüye takılıp düşüyor insan.

Bu döngü nasıl kırılacak?

Antabus üçüncü sayfaya sıkıştırılmış kadınların kitabı

Şimdi bir Türk filminde olsak, yakışıklı ve bir o kadar da delikanlı, mert bir erkeğin sahneye girişini izler; Leyla’yı kollarına alarak, onu bu hayattan kurtarışı ile derin bir nefes alırdık. Ama pardon! Ne demişti Leyla? “Bana sorsalar, sadece ‘Leyla’ olmak isterim. ‘Leyla ve Mecnun’ bile değil, düz Leyla.” O zaman yapacak bir şey yok. Kitaptaki iki senaryodan biri gerçekleşmeden Leyla kurtulamaz, mı diyeceğiz?

Elbette hayır. Hele de bu kitabı, onlarca kadınla bir araya gelip deneyimlerimizi, hikâyelerimizi paylaştığımız bir ortamda okurken, buna asla olumsuz cevap veremeyiz. “Birbirimizin yurdu”, “birbirimizin çaresi” olabileceğimiz tüm imkânları, olasılıkları hayata geçirmek, bunun için mücadele etmek ve ayrıntılara, satır aralarına sıkıştırılmaya çalışılmamıza izin vermemek, başlı başına bu soruya cevap aramaktı. Keza yazarımız da kitapta Leyla’ya yardım için “yakışıklı ve bir o kadar da delikanlı, mert bir erkeğe” değil, Ülker Abla’ya başvurmuş, yardıma onu çağırmıştır.

Antabus, üçüncü sayfa satırlarına sıkıştırılmış kadınların kitabıdır. Antabus bir sorular, çelişkiler ve çatışmalar kitabıdır. Antabus, patriyarkal şiddet sarmalının nefessiz bırakan öyküsünün kitabıdır. Antabus iki senaryodan oluşur ama aynı zamanda Antabus, bu senaryolar dışında kendi senaryomuzu kendimiz yazma zorunluluğunun kitabıdır. Ve son olarak Antabus, Leyla ile kadınların kalabalık yalnızlığının ama bir o kadar da yine Leyla, Necibe ve Ülker’le dayanışmanın olasılığının kitabıdır.

(1) https://www.youtube.com/watch?v=0DQo_abPwCA&ab_channel=tamadres

(2) Seray Şahiner’in Antabus’ta satır arasında figüran bırakmaya kıyamadığı için hakkında kitap yazdığı Ülker Abla, Antabus’tan daha çok bilinen bir eser haline gelmiştir.

Paylaş:

Benzer İçerikler

Gösterilecek içerik bulunamadı!
İçeriklerimizi kaçırmamak için e-posta bültenimize ücretsiz abone olun!