Seçimler öncesinde Yeşil ve Sol Parti’nin Pazarcık’taki seçim çadırında tanıştık Asiye* ile. Deprem sonrası Maraş’ta yaşananları konuşurken dikkatle dinleyen Asiye’nin ellerindeki derin çatlaklar dikkatimizi çekti önce. Arama-kurtarma ekiplerinin ilk günlerde deprem bölgelerine gelmediğini ve insanların elleriyle hayat kurtarmaya çalıştığını gördüğümüzden, kendisinin de çıplak elleriyle enkaza girmeye çalıştığını düşündük. Ona sorduğumuzda, yıllardır tarım işçisi olarak çalışan bir kadının şimdi de olanaksızlar içerisinde günlük işleri yapmaktan ne kadar yorulduğunu anlamış olduk. Çamaşır bulaşık yıkarken sudan çıkmayan elleri, soğuk havanın da etkisiyle bu hale gelmişti.
Öksüz bir çocuk olarak üç abisiyle birlikte yaşayan Asiye, -kendi deyimiyle- çocuk aklıyla “Bir yuvam olsun, rahat edeyim” diyerek, henüz 15 yaşında kaçarak evlenmiş. Daha çocukken tarlalarda çalışmaya başlayan Asiye’nin hayalleri gerçekleşmemiş, yoksulluk yakasından düşmemiş. Bugün 45 yaşında. “Çocukluğumda eziliyordum, hâlâ eziliyorum” diyerek anlatmaya başladığı hayatını kendisi için yaşamamış şimdiye kadar. “Kızım eşinden boşandı. Dört çocuğu var. Onları yanıma aldım. Şimdi de bu haldeyiz” sözleriyle bundan sonra da kendi adına bir şey istemediğini en özet haliyle ifade etmiş oluyor.
‘Çalıştığımız çoluk çocuğumuza gidiyor‘
Depremden önce neler yaptığını sorduğumuzda anlatmaya başlıyor güvencesiz, esnek, düşük gelirli işlerle hayatını nasıl sürdürdüğünü:
“Deprem öncesinde temizliğe gidiyorduk. Sarımsağa gidiyorduk. Sarımsak bittikten sonra bibere gidiyorduk. Biber hemen hemen yarıya gelince bu sefer Antep fıstığına gidiyorduk. Onlar da yetmiyordu. Kiracı olduğumuz için yetmiyordu. Kışın bir şeyler alalım, dolabımıza koyalım, idaremizi yapalım diyorduk. O da gitti artık. Eşim de düz bir işçidir. Belli bir işi yoktu. İstanbul’a inşaata gidiyordu. Yazın işler açıldığı zaman burada birlikte tarlaya gidiyorduk. Kızımla dört torunum da yanımda. Çalışıp bir yandan da onlara bakıyorduk.”
Sabah 05.30 gibi kalkıp tarlaya giderken çıkın hazırlamak zorunda kalıyormuş Asiye. Çünkü bahçe/tarla sahipleri yemek vermiyormuş. Aldığı para da eriyip gidiyormuş zaten.
“Çalıştığımız da çoluk çocuğumuza gidiyordu. Hep sigortasız çalıştık. İşe gittiğimizde sabah yemeğimizi de öğlen yemeğimizi de götürüyoruz. İşe giderken mecburen somun etmek alıyoruz. Her gün üç dört tane salatalık, domates… Alıyorsun, bir hafta yetmiyor. Elektrik, su faturası, kira, kışa odun derken elimizde bir şey kalmıyordu. O işler de kalmadı. Şimdi eşime ‘Gel, şu binada eşyam var, onları çıkar’ deseler, oraya gidip eşya çıkarıyor.”
Erkeklere yüzde 50 fazla ücret
Yaptığı işlerin zor olduğunu anlatan Asiye, ücretlerin düşük olmasından rahatsız. Erkeklerle aynı ücretleri alamamaktan da… İş kazası olduğunda ortada kalmaktan da…
“Fıstık ağaçları büyük olur. Dağlık yerlerde olur. Elimizin yetiştiği yere kadar biz topluyoruz. Yüksek yerleri erkekler topluyor. Ama yeri geliyor, biz de yükseğe çıkıyoruz. Fıstık ağaçları narindir. Üstüne çıkıyorsun, bir bakıyorsun, aynı deprem olmuş gibi köküyle birlikte devriliyor. Sen de üstündesin. Kiminin dalı kırılıyor, düşüyorsun. Kaç saat uzak yerlere gidiyoruz. Yakınlarda araba varsa hastaneye götürüyorlar. Yoksa kalıyorsun.
Erkekler 150 lira alıyordu fıstıkta, biz 100 lira. Erkekler ağaca çıkıyor diye fazla alıyorlarmış. Aynı işi kadın da yapıyor ama bize yok. Bir de sakızlıdır fıstık. Akşama kadar elimiz yüzümüz hep sakız oluyor. Eve gittiğimizde yağla yıkıyoruz, öyle çıkıyor. Şimdi ben birine desem ki ‘Gelin birlik olalım’, öbürü diyor ki ‘Sus sus iyidir, en azından çalışıyoruz, işimizden olmayalım.’ O zaman susuyorsun. Artık kimseye de niye bu kadar alıyoruz diye soramıyorsun.”
‘Parayla bir şey alamıyorsun‘
Evlere temizliğe de giden Asiye, bulduğu her işte çalışmış. Yaz mevsiminde ekmek yapmaya da gidiyormuş. Bir gün akşama kadar 50 kiloluk un çuvalını bitiriyormuş sacda. Akşama kadar 50 TL’ye… “Bazı vicdanlılar bize çay yapıyor, yemek yapıyor. Normalde vermiyorlar” dediği işlerin ağır işler olduğunu söylediğimizde, “O yüzden de her tarafımız kireçlenme olmuş. Ağrımayan yerim yok” diyor. Başka bir gelirinin olmadığını söyleyen Asiye, “Şimdi iş olur mu olmaz mı bilmiyorum. Olsa gene giderim” diyerek, aynı şartlarda çalışmaya mecbur olduklarını belirtiyor:
“Benim ne bir akrabam ne de bir hısımım var yurtdışında. Akrabası olanlara ayda 50-100 avro gelince rahat ediyorlar. Ama bizim gibiler mecbur çalışıyoruz. Başka çalışacağım bir iş de yok. Benim burada barınacak bir evim, tarlam, bir şeyim yok. Aç kalsam da başka memlekete gidemem. Çünkü burada gözümü açtım. Valla devletten de bu zamana kadar hiç faydalanmadık. Sadece 10 bin lira aldım. O da benim hakkımdır. Parayla da bir şey alamıyorsun ki zaten. Paranın adı yok. Bir pazara gideyim; birkaç tane yeşil soğan, birkaç tane domates alayım, bitiyor. Fırsatçılar dolmuş ortaya. Üç yeşil soğan, birkaç tane turp aldı komşum;100 lira verdi.”
Doğduğu topraklara yabancı hissediyor
Şimdi dayanışmayla ayakta durduklarına değinen Asiye, çadırda yaşamanın zorluklarını ve buna bağlı olarak yaşadıkları stresin gün geçtikçe arttığını dile getiriyor. Daha fazla kaygılı olmaya başlamış. Doğup büyüdüğü, her sokağını bildiği, hemen herkesin birbirini tanıdığı bir yerde yabancı gibi hissetmeye başladığını anlatıyor. Üzerine şimdilik çok düşünmemiş ama bunun travma sonrası olduğunu biliyor. “Kolay değil tabii” diyerek kendi sebeplerini anlatıyor son olarak:
“Evin içindeyken banyomuz, tuvaletimiz rahattı. Çamaşırımızı yıkıyorduk. Şimdi çadırdayız. Çok zor. Çadır kentlere banyo, tuvalet, çamaşır makineleri getirdiler. Önceleri temiz değildi. O yüzden hiç gitmedim. Zaten mahalle arasındaydım diye kendimiz banyo yaptık dışarıda. Şimdi şimdi temizlemeye başlamışlar ama kavgalar oluyor, çamaşırlar temiz yıkanmıyor. Her gün kavga dövüş. Kızıma da diyorum. ‘Sakın gitmeyin oralara, giderseniz de biri size dönüp bir şey söylerse ses etmeyin, geri gelin’ diye.”
Üç çocuğuyla tek başına
Hatay Samandağ’a bağlı Sutaşı’nda da ücretli bir işte çalışan kadınların çoğu, tarla ve bahçelerde tarım işçisi olarak yevmiyeli çalışıyor. İklimsel koşullar nedeniyle meyve ve sebze çeşitliliği açısından oldukça zengin bir bölge Hatay. Sutaşı da tarımsal üretimin en yoğun olduğu ilçelerden. Karaduttan maydanoza kadar her çeşidi görmek mümkün. Erkekler yurtdışında çalışıp para biriktiriyor; kadınlar yevmiyeli işlerden aldıkları ücretlerle evi geçindiriyor, çocukları büyütüyor, yaşlılara bakıyor.
Hatay’ın en eski yerleşim yerlerinden biri olan Sutaşı, depremin ağır yıkımıyla karşılaşmış. İnsanların yaşam alanlarını terk etmediği, toplu barınma alanlarını tercih etmediği bir yer aynı zamanda. Yol boyunca derme çatma çadırların sıra sıra dizili olduğu, enkaz kaldırma çalışmalarında tozdan gözlerin açılmadığı bir bölge şimdi. Bölgedeki tüm binaların yıkılacağı biliniyor olmasına rağmen yaşamsal tedbirlerin alınmadığı Sutaşı’nda, kadınlar ve çocuklar bu sağlıksız koşullarda yaşamlarına devam ediyor.
Dayanışma çalışmaları için gittiğimiz Sutaşı’nda tanıştığımız onlarca kadından biri İlkay. Üç çocuğuyla enkazdan kendi imkânlarıyla çıkmış. Günlerce soğukta ve açıkta kalmış. İkisi kronik hasta olan çocuklarıyla kuyruklarda bir battaniye almak için çok uğraşmış. Haftalar sonra da çadır bulabilmiş. Çadırı komşularından birinin bahçesine kurmuş ve yerleşmiş. İki yatak, iki battaniye var içerisinde. Henüz ocak ve mutfak eşyalarından bir parça bile yok. Komşularına yardım ederek onlarla birlikte yemek pişiriyor ve devletin yardımlarının ulaşmasını bekliyor.
‘Aldığın paraya değmiyor ama çalışıyoruz‘
İlkay da bahçelere erik, maydanoz, turunç toplamaya gidiyormuş deprem öncesinde. Günlük 150 lira yevmiye alıyormuş. Kendi bahçesinde yetiştirdiği ürünlerle birlikte yetiyormuş bir şekilde aldığı bu ücretler:
“Az alıyorduk ama bolluk içindeydik. Her şeyimiz vardı. Kimseye muhtaç değildik. İki katlı evimiz vardı. Kira derdimiz yoktu. Yettiriyorduk ama düşüktü tabii. Kaç defa konuştuk kendi aramızda, ‘Konuşalım, fazla versinler’ diye. Ama birkaç kişi gelse diğerleri durmuyor arkasında. Sonra beni sivri görüyorlar. Duyduklarında işe çağırmıyorlardı. Mecbur çalışıyorduk.”
Kadınlar günlük 150 lira alıyormuş genelde. Erkekler 250 lira. “Farklı bir iş mi yapıyorlar, o yüzden mi sizden yüksek alıyorlar?” diye sorduğumuzda “Hayır” diyor İlkay ve devam ediyor:
“Aslında aynı işi yapıyoruz ama mesela erik ağaçları yüksektir. Biz merdiven dayayıp çıkıyoruz, elimizin yetiştiği yerdekileri topluyoruz. Erkekler yükseğe çıkıyormuş, o yüzdenmiş. Biz de çıkıyoruz ama görmüyorlar bunu. Bir de kasa kaldırıyorlar. Ağır diyeymiş. Biz de yapıyoruz. Erik dikenlidir. Batıyor kollarımıza. Düşme çok oluyor. Hastaneye götürüyorlar ama sigortamız yok ki. Bizim cebimizden çıkıyor. Durumu ağırsa karşıladıkları oluyor. Benim komşum iki sene önce düştü, yaralandı. Kadın hâlâ tekerlekli sandalyede. Sigorta yok, can güvenliği yok. Değmiyor ama çalışıyoruz işte. Maydanozda sadece kadınlar çalışıyor. Akşama kadar kaç torba doldurursan ona göre para alıyorsun. Geçen sene torbası 5 liraydı.”
Birikim kadınların, tapu erkeklerin
Henüz 38 yaşında olmasına rağmen birçok rahatsızlığı olduğunu söylüyor İlkay. Sabahın köründe kalkmak zor oluyormuş artık; “Gençken bir çırpıda kalkardım yataktan. Şimdi gözlerimi açamıyorum. Yaşlandık herhalde” diyor. Deprem sonrasında tarla/bahçelere gitmek istememiş kadınlar. Korkuyorlarmış. Sevdiklerinden kısa bir süreliğine de olsa ayrılmak istemiyorlarmış bu dönem. Biz görüştüğümüzde, zaten henüz başlanmamıştı ürün toplama işleri; “Bir iki haftaya başlar” diyorlardı.
“Şimdi çağırsalar gider misin?” dediğimizde “Giderim tabii. Ev yok, para yok, koca yok. Mecburum gitmeye” şeklinde yanıtlıyor. Çünkü eşi yurtdışında çalışıyormuş ve depremde Türkiye’ye gelmemiş. Yedi sekiz yıldır yurtdışındaymış. Para gönderiyormuş; ancak o para evin geçimi için kullanılmıyormuş:
“Borçlarımız çoktu. Bir borç bitiyor, başka bir borcun altına giriyorduk. Biriktiriyorduk bir nevi. Ev yaptık, araba aldık, arsa aldık. Hepsi kayınbabamın üstüne.”
Sutaşı’nda birçok kadının benzer durumda olduğunu da ekliyor İlkay: “Bizim üstümüze bir şey olmaz, olmadı hiç” diyor. Yani birikim kadınların emeği olmasına rağmen kullanım hakları yok.
‘Nereye kadar gideriz, bilmiyorum‘
İki saate yakın hemen her konuda sohbet ettiğimiz İlkay, yarına dair umudunun olmadığını “Ne yapacağız, bilmiyorum” diyerek yineliyor sürekli. Korunaklı bir alan istediğini söylüyor yalnızca. “Başımda bir çatı olsun, gerisini hallederim” diyor. Müthiş özgüvenli bir insan olduğunu belirtiyor arada. Komşuları da “İlkay dediğini yapar” şeklinde destekliyor İlkay’ı. Ancak depremde yaşadığı korkuyu ve travmayı henüz atlatamadığını bildiğinden, “Psikolojik destek almamız lazım ailece. Kime nasıl ulaşırız şimdi, bilmiyorum. Yani bir de bul buluştur derken aslında fırsatım da olmuyor. Hangisi önce gelir, bilmiyorum. Para yok, eşya yok, psikoloji yok, çocuklar güvende değil. Devletten daha kimse bize bir şey yapmadı. Ne yapacağız böyle, nereye kadar gideriz, bilmiyorum” sözleriyle noktalıyor.
*Kadınların isteği üzerine isimlerini değiştirdik, fotoğraflar da temsili.
**Bu haber, Rosa Luxemburg Stiftung tarafından desteklenen ‘Deprem bölgesinde ücretli ve ücretsiz kadın emeğinin analizi ve politika önerileri’ başlıklı çalışmamız kapsamında yayımlanmıştır.
Fotoğraflar: Bahar Gök