Sürprizin ne olduğunu başta söyleyeyim, bir polisiye roman yazmış Ayşegül Devecioğlu. Romanın satırları arasında nostaljik bir seyahate çıkarken 78 kuşağının hayatının “polisiye”yle ne kadar da örtüştüğü düşüncesi uyandı zihnimde. Ama kitap, ülkede şu andaki siyasi atmosferi, talan düzenini ve çatışmaları yansıttığı oranda siyasi, yazarın kimliği, anne- kız arası çelişki ve ilişkileri, kahramanlarının kadın olması, kadınlar arası dayanışmanın niteliği ve önemi hakkında ufkumuzu açması sebepleriyle de bir kadın romanı aynı zamanda…
Öldürülen bir mafyatik adam, onu öldürdüğünü iddia eden genç kız, mafya, devlet işbirliği süreçlerinde kendine yer edinmiş, kara para, yolsuzluk, uyuşturucu ticaretine batmış bir eski solcu eski koca, cinayeti kızının işlediğine inanmayan siyaset dışında kalsa da değerlerini kaybetmemiş, kızının bu işten kurtulması için elinden geleni yapmaya çalışan 78 kuşağından bir kadın…Pol-Der’le uzaktan akrabalığı olan eski solcu kocaya hınç besleyen bir garip polis….
Kitapta 12 Eylül sonrasında hapisten çıkan ve toplum içinde yer edinmeye, yaşamaya çalışan devrimcilerin çok iyi bildiği, bir savrulma hikayesi de hani dibine kadar denir ya, işte öyle işlenmiş. Eski koca Ziya şu andaki iktidar, mafya, uyuşturucu patronlarıyla çok iç iç içe olmuş bir adam… Ama o, 90’lı yıllarda yaşamak için çalışmak zorunda kalan her türlü işi yaparken, düzen içine yavaş yavaş adım atan eski eski solculardan bir hayli farklı; O “başarılı olmuş” bir adam. Kirli ilişkilerine kızını da sokmaktan kaçınmamış bir “baba”. Kız çocuklarının büyürken yaşadıkları anne- kız çelişkisini kendi lehine kullanmış biri… Olaylar, olaylar….Acayip sürükleyici bir “polisiye” olan kitaba öyle dalmışım ki, ilahi adaletle hiç işim olmamasına rağmen Ziya’nın sonunda belasını bulmasına sevinmeden edemedim…Ziya nezdinde bütün azan eski solcu “kötü adamlardan” intikamımızı almış Ayşegül gibi geldi bana…
Kızı ondan farklıdır
Para, pul vs gibi şeylere önem vermeyip, eleştirel Marksizm okumalarına kendine vermiş, roman kahramanımızın kızı belki da ona duyduğu tepki nedeniyle sola, siyasete hiç ilgi duymamış, öğrenci eylemlerine bile katılmamış biridir ve terörle mücadelede gözaltındadır. Kadının da tüm kuşak solcuları gibi terörle mücadele deneyimleri olduğundan, geçmişe sık sık dönerek kendi bulunduğu yer üzerinden kurmaktadır, terörle mücadelede göz altında olmayı…Oysa kızı ondan çok farklıdır. Ayrıca zaman içinde emniyetin bu bölümü esas işlevi olan düzen karşıtı, muhalif insanları takip ve yakalamanın dışında mafyatik, karapara aklayan yapı ve örgütleri de görünüşte de olsa soruşturmaya başlamıştır. Terör tanımı bile onun bildiği gibi değildir artık. Zaman öyle bir geçmiştir ki…
Devrim’den Erman’a dönüşen çocuk isimleri
Takip edenler bilirler. Ayşegül romanlarına sadece 78’lilerin anlayabileceği maymuncuk kavramlarla ince bir ironi de serpiştirir. Bu romanda düzenin pisliğine dibine kadar batmış Soyadı Arman (AK parti gibi bir şey) olan Ziya’nın ilk çocuğunun, yani kızının adı çatışmada öldürülen genç bir devrimci kadının anısını yaşatmak üzere Mine (Mine Bademci) konulmuştur. Yaşadık biliriz. O dönemde doğan çocukların hemen hepsinin adı, Ulaş, Deniz, Mahir, Devrim, İbrahim gibi devlet tarafından öldürülmüş devrimci adlarıdır. Fakat yine 78’liler iyi bilirler. 12 Eylül sonrasında hapisten çıktıktan sonra mevcut düzende dikiş tutturmayı hedefleyen ve devrimin “d”sini hatırlamak istemeyen erkeklerin çoğu ikinci evliliklerini -evlilik düzene girmenin en kestirme yoludur- düzen içinde temsillerini en iyi biçimde sürdürmelerine katkıda bulunacak kadınlarla yaparken, bu beraberliklerden doğan çocukların isimleri de mevcut “dönüşümden” paylarını alırlar. Onlara devrimci geçmişlerini hatırlatacak nitelikte isimler değildir bu çocukların isimleri. Ziya’nın çocuğunun adı Erman’dır mesela…Hem er hem mann…
Yakın çevremden biliyorum Evrim, Devrim, Ekim, Flinta, Deniz, İlhan, Gökhan ile başlayan isimlerin sonlarına önce can eklenmiş, daha sonra bu eğilim de ortadan kalkmış, erkek çocuklara Mert, Burak vs, Buğra gibi acayip erkek isimleri takılırken, kız çocuklara da Melisa, İpek, Narin, Gül gibi isimler uygun görülmeye başlanmıştır. Düzenle özdeşleştirildiği oranda kız çocuklarının ismi kırılgan ve naif bir şekil alır.
Aldım başımı gidiyorum. Romana dönersek… İstanbul Sözleşmesi, feminist eylemler, Mahsa Amini protestoları anlatıya hiç beklemediğiniz anlarda girip, belki de ileride yazılabilecek feminist polisiye yazarlarına ipuçları veriyor…
Yoldaşlıktan feminist dayanışmaya
Ama asıl olay kahramanımızın eski dava arkadaşlarından Şule ile olan beraberliği… Her kriz ve çatışmadan yara almadan kurtulan ve yeniden kurulan bir kadın dayanışması örneğidir bu. Dava arkadaşlığı bittikten sonra da bu dostluk devam etmiş, feminist yol arkadaşlığına dönüşmüştür. Bu, bir çoğumuza çok tanıdık gelen bir deneyim. Eski yoldaşlarımızla feminist harekette yeniden buluştuk biz, karşılıklı birbirini yeniden keşfetme süreci bambaşka bir deneyimdi. Ama yine de hastalandım mı, evden birisi yok mu çevremde aranacak numaralar bellidir, telefon kayıtlarımda…Başka türlü bir şeydir bu…
Romanda kadın dayanışması zamanla gençlik emellerinden çok farklı bir yere savrulmuş Simay’ı da içine alıyor. Kimbilir belki kızı Mine de bu sürece bir noktada girecektir. Annesiyle sürekli çatışma içinde olup babasıyla yakın ilişkiler geliştiren ve bu ilişki nedeniyle başı belaya giren Mine, evdeki herkese takma isimler vermektedir. Önemseme biçimidir ad takma adeta. Annenin çok canını acıtan şeylerden biri de, Mine’nin ona ad vermemesi olmuştur. Kitabın sonunda bana niçin takma isim vermedin, diye sitem eder kahramanımız. Kızı ona onun da bir ismi olduğunu söyler adı: Kuma daireler çizendir. Bunun öğrenildiği an kızıyla arasındaki buzların çözüldüğü andır. Gerisi gelecek diye umutla sayfalarını kapatıyoruz kitabın…
78’lilerden arda kalanlara şiddetle tavsiye edilir. Yeni kuşakları bilmem. Her şey olduğu gibi sol ve feminist duyarlılıklar da değişti zaman içinde, bizim salya sümük ağladığımız, ağız dolusu güldüğümüz şeylere yüzlerinde sonsuz donuk bir ifadeyle cevap veriyor yeni nesil muhalif dostlarımız. Hayatın diyalektiği deyip, kaba bir materyalizmle kapatalım bu konuyu isterseniz.
Fotoğraf: Metis Yayınları