türkiye’de din ve toplum üzerine düşünürken, allah kelamı bir kitabı olmayan hristiyanlığın islam’dan neden ve nasıl farklı olduğunu unutmamak gerek. çeşitli incillerin, isa peygamberden sonra kaleme alınmış olması ve esas olarak onun hayatına dair hikâyelerden oluşması, farklı yorumsamaları mümkün kılmış ve çeşitli tarihsel dönemlerde reformize edilmesini sağlamış. hristiyan halklar ve tabii hristiyanlığa zorlanmış sömürge ülkelerin halkları, protestanlıktan kurtuluş teolojisi’ne kadar uzanan bir dizi tarihsel gelişmeyi buna borçlu. dolayısıyla, özellikle kurtuluş teolojisi’yle çeşitli politik islami gruplar arasında kurulan parallellikler gerçekçi değil.
islam, hem bir inanç hem de bir siyasal hareket ve tabii aynı zamanda bir gündelik pratikler rehberi. baş bağlama da dahil olmak üzere bu pratikler, müslümanların çoğunlukta olduğu bütün coğrafyalarda tıpatıp aynı şekilde uygulanmıyor.[1]
konca’yı hatırlamak
konca kuriş, kendisini imanlı feminist olarak tanımlayan bir kadındı, mersin’deki bağımsız kadın derneği’nin kurucularından biriydi; tarikatları, çeşitli islami pratikleri sorguluyordu. henüz 38 yaşındayken, 1999 yılında hizbullah tarafından kaçırıldı, işkenceyle öldürüldü. konca kuriş, türkiye’de islamcılar tarafından öldürülen ilk insan değildi; eski bir imam ve müftü olan ama daha sonra ateist olup islam’ı eleştiren kitaplar kaleme alan turan dursun, ankara üniversitesi ilahiyat fakültesi’nin ilk kadın akademisyeni bahriye uçok aklıma gelen ilk isimler. madımak katliamı’nı hatırlatmaya bile gerek yok.
bu mecranın okurlarının gayet iyi bildiği bu şeyleri, türkiye islamcılarının acımasızlığını hatırlatmak için değil, sonuçları üzerinde düşündürmek için yazıyorum. bugün, türkiye’de islam’ı sorgulayan müslümanlara rastlamamamızda bu cinayetlerin çok etkisi var.[2] nitekim, çok yakın bir geçmişte, tarihselcilik akımını benimseyen ilahiyatçı prof. dr. mustafa öztürk ölüm tehditleri aldı! uzatmayayım; düşünenler vardır, muhtemelen düşündüklerini yakınlarıyla sohbetlerde dile getiriyorlardır ama kamuoyunda paylaşmaya çekinirler, haklı olarak.
dinin işlevleri
dinin birden fazla işlevi var: insanlar, hayatlarını, geçmiş ve geleceği, ölümü, ölümden sonrasını anlamlandırmak ya da belki benim aklıma gelmeyen başka şeyler için maneviyata ihtiyaç duyuyor, inanç sistemleri[3] bu ihtiyacı karşılıyor. bu, tamamen “allah’la kul arasında” olup biten, bireysel bir hal. ayrıca insanlar, bu dünyanın acımasızlığına, zorluğuna, zorluklarına katlanmak için ilahi adalet ve ahiret fikrine sığınma ihtiyacı hissediyor; bu da bireysel ama o acımasızlıkların, zorlukların müsebbiplerinin işini kolaylaştırdığı aşikâr. din, allah’ın temsilcisi olduğu varsayılan insanlara, allah ve ahiret korkusunu araçsallaştırarak başkalarını yönetme ve itaat ettirme imkânını sağlıyor. yani, ister ehil ve adil, ister zalim ve liyakatsiz olsun, allah adına konuştuğunu iddia eden, bir toplumsal düzen ve bunun parçası olarak gündelik pratikler dayatma hakkını da eline geçiriyor.
konu burada bitmiyor. haçlı seferleri’nden ışid’e uzanan bir tarihsellik bize gösteriyor ki din, devletlerarası ilişkileri değiştirecek güçler oluşturmanın en kullanışlı araçlarından biri! daha genel olarak söylüyorum; bir ceberrut bir yerlerde, yaptığı ve yapacağı melanetleri dinle açıklamaya karar verdiğinde kendisini destekleyecek açıklamaları yapacak bir din adamı buluyor.
altını çizmeye gerek var mı bilmiyorum, sadece islam’dan söz etmiyorum. tarikatlar, tuhaf mezhepler cenneti olduğunu uzaktan bile anlayabildiğimiz abd’de, örneğin mormonlar çok karılılığı benimsiyor, hasidik yahudi kadınlar evlendikten sonra saçlarını örtmek zorunda.[4] berlin’de eşcinsel soykırım anıtı’nı yakmaya çalışan kundakçı, daha birkaç gün önce, incil’den, eşcinsellerle ilgili bir ayetin değiştirilmiş versiyonunu bıraktı yani saldırısını hristiyanlıkla ilişkilendirdi.[5]
bir toplum, bütünlüğüne, özgürlük arayışlarına, eşitliğe ve sık sık da güvenliğe zarar veren bu türden dine dayandırılmış pratiklerden kendisini ancak sekülerleşme mücadelesiyle koruyabilir. bu mücadele, açık ki sadece dinle ilişkisi hiç olmayan ya da az olan vatandaşları değil, inananları da korur.
bu genel doğrulardan yola çıkarak, ciddi bir dinselleşme saldırısı altında olan türkiye üzerine düşünmeye çalışacağım. öncelikle şunu hatırlatmak istiyorum; sekülerleşme mücadelesinin birden fazla yönü var. bunlardan ilki, kamunun kaynaklarının sadece sünni islam’a hizmet edecek şekilde kullanılması, başka inançlardan vatandaşların ibadetlerini adeta kendilerinin finanse etmeleri olgusunu dönüştürmek. yani diyanet’in bütçesinin her inançtan vatandaşa eşit hizmet verecek şekilde kullanılması. diyanet’in siyasetin dışında kalması da çok önemli bir talep ve özellikle kadınlar açısından hayati. ama tek dini kurum diyanet değil ki.
bu ülkede tarikatlar, “kapatıldıktan” sonra da hep var oldu. yeni olan, bu kadar geniş alan bulabilmeleri, bu kadar güçlendirilmeleri. kendi hukuklarını işleten, büyük mali güçleri olan, devlet kurumlarında kadroları bulunan tarikatların maneviyat ve mana arayışında olduğuna inanan olmaz sanırım. bu tarikatlara katılmanın, yakınlaşmanın da gücün çekiciliğiyle alakası olduğu ortada.
ya “sivil” “toplum” kuruluşları”
aslında ingilizce tam bu anlama gelen başka bir terim olsa da, stk ifadesi genellikle ngo’lar yani hükümet-dışı örgütler için kullanılıyor. bu ifadeye ilk kez 1945’te, bm’in bir belgesinde rastlanıyor; ama bugünkü kadar yaygın kullanımı, sosyal devletin küçülüp çeşitli hizmetleri “sivil toplum”a devretmesi sürecinde ortaya çıkıyor. bu kurumların ayırt edici özellikleri, devlet kurumlarından fon alsalar da devletten bağımsız olmaları. tabii gongo[6] olarak bilinen kuruluşlar olduğunun da altını çizelim.
asıl onlar!
türkiye’deki islami stk’ların ezici çoğunluğunun bu kapsamda ele alınması gerektiğini düşünüyorum. bu gözlemim yanlış bile olsa, türkiye’nin son yirmi yılda adeta bir ağ gibi, “islami”, “milliyetçi” ve “muhafazakâr” stk’larla sarıldığını görüyoruz.[7] onur ayı’nda, beğenmedikleri bir sanatçı bir ilde konser vereceği zaman imza topladıklarında, “aile değerlerine sahip çıkarken” görüyoruz onları. tarikatların içinde, zaman zaman kamuya yansıyan, kadın ve çocuklara yönelik şiddet vakaları çok ama patriyarkal ideoloji üretimi konusunda stk’ların bir adım önde olduğunu söylemek yanlış olmaz. bu noktada şunu hatırlatmak gerek: boğaziçi üniversitesi’nden doç. dr. hakan yılmaz yönetiminde 2006 ve 2012’de türkiye’de muhafazakârlık üzerine yürütülen araştırma,[8] türkiye’deki muafazakârlığın kökeninde ailenin olduğunu tespit ediyor. bu, toplumu yönetmek ve yönlendirmek için anahtar kavramın ne olduğunu gösteriyor bize. neyi sorgulamanın en zor olduğunu da.
ayrıca en bilineni ihh[9] olan ve “sınır-ötesi” çalışmaları bulunan, islam’da yeri olmadığı halde misyonerliğin çok benzeri çalışmalar[10] yürüten, suriye savaşı’nda etkin rol alan “sivil” “toplum” “kuruluşları” da var. nasıl desem, bir ideolojik hegemonya kolay kurulmuyor!
feminizmin çatallı yolları
ne yapacağız? bu sorunun cevabı kolay değil ve ortak bir aklın ürünü olabilir. bu konu üzerine bir feminist olarak düşünürken şunu hatırlamakta büyük yarar var bence: feminist olmak bir fikirler manzumesini benimsemekten ziyade bir öfkeyi kuşanmakla başlar. o yüzden kendisini feminist olarak tanımlayan her kadın başımızın tacıdır ve onun feministliğini sorgulamak gibi bir şey söz konusu olamaz. ancak fikirlerin feminist olup olmadığı pekala sorgulanabilir.
erkeklerin sömürü ve baskısına maruz kalan kadınlar, çocuklar, lgbti+’lar için mücadele her zeminde sürüyor ama bunun dinle meşrulaştırılması karşısında neler yapabiliriz?
öncelikle soyut da olsa hedefler belirlemek gerektiğini düşünüyorum.
feminist bir mücadele alanı olarak ilahiyat
sekülerleşme mücadelesi bence bir dinsizleşme mücadelesi değil, zaten bu gerçekçi de değil. bence hedef dinin maneviyatla sınırlanması, kişisel alana çekilmesi, kişisel bir tercih olması ve yetişkin hayatının parçası haline gelmesi.
- bunun için dinle değil, dini bir ihtiyaç haline getiren şeylerle uğraşmak gerek. insanlar hangi çaresizliklerle kaderin değiştirilemeyeceği fikrini benimsiyor? insanlar hangi çaresizliklerle cemaatlere, tarikatlara yaklaşıyor?
- her insanın dini eğitim almaya hakkı var ama manevi dünyasının oluşmaya başladığı ileri yaşlarda ve kendi talebiyle. çocukların, toplum içinde yaşamanın temel kuralları, başkalarının haklarına saygı, diğerkâmlık gibi, insanlığın orta değerleriyle tanışması tabii ki gerekir; bu ortak değerlere kadın ve erkeklerin eşit olduğu, insanlar arasındaki ilişkilerde şiddetin bir “iletişim” aracı olmadığı gibi değerleri de ekleyebilirsek[11] ne ala. ama ölümü ve soyut kavramları algılamalarının çok güç olduğu o yaşlarda dinle ilgili anlatıların onlara korkular sunduğu, din eğitimi için başvurulan yöntemlerin bu korkuları perçinlediği biliniyor. bunlar bilinmesine rağmen, bunları bildikleri halde, birçok dindar ailenin, çocuklarının din eğitimi almasını istediğinin farkındayım. birçok ailenin çocuklarının merdivenaltı tabir edilen bir kur’an kursunda zaman zaman şiddete maruz kalmasını sorun etmediğinin de farkındayım. ama bu da başlı başına itiraz edilmesi gereken bir “ebeveynlik” yaklaşımı. diğer yandan küçük yaşta din eğitimi, kur’an’ın manası anlaşılmadan hatmedilmesinden, ezberlenmesinden ibaret ve esas olarak itaat etmeyi öğrenmelerine hizmet ediyor. ve bütün bunları sorgulayıp itiraz etmesi gerekenler, müslüman kadınlar.
- her kadının istediği gibi giyinme hakkı var, bu hak kamu tarafından güvence altına alınmalı ve korunmalı. bu korunma, ailesi tarafından örtünmeye ve/veya başını açmaya zorlanan, bunların dayatıldığı kız çocuklarının korunmasını da içerir. kız çocukları, kız evlatlar ve genel olarak kadınlar ailelerin insafına teslim edilemez, buna kamunun müdahale etmesi gerekir. bunu hem talepleştirmek hem de hayata geçirmenin yollarını bulmak gerek.
- tarikatların örgütlendiği vakıf, dernek vb.’nin denetlenmesi, zaten aslında mevcut yasaların gereği. ayrıca devlet de dahil olmak üzere hiçbir kurumun, herhangi bir gerekçeyle başka egemen ülkelerin topraklarında faaliyet yürütmesi kabul edilemez. kaldı ki bu kurumların, suriye’de, kadınlara karşı işlenen suçlara ortak olduğunu tahmin etmek güç değil.
- ve en önemlisi, herkes için ortak hukuk. mücadeleyle değiştirebileceğimiz, dönüştürebileceğimiz, eşitlikçi, özgürlükleri ve özgürlüklerin genişlemesini temel alan bir hukuk.
- son olarak, çok zor olduğunu bilmekle birlikte “içerden” bir mücadelenin gerekli olduğuna inanıyorum. dünyanın başka yerlerinde kendilerini feminist olarak tanımlayan müslüman kadınlar, farklı tefsirlerin mümkün olduğuna dair tartışmalar yürütüyor. burada benzer tartışmaları erkekler yürütüyor ve cinsiyet meselesi umurlarında değil. feminist öfkelerine ve düşüncelerine şahit olduğumuz müslüman kadınlara bu konuda da iş düşüyor bence; bize değil, müslüman kamuoyuna konuşmaları gerekiyor, yine bence. kemalizmin türkiye’nin entelektüel, politik ortamına en belirleyici etkisi ülkenin doğusundaki toplum ve kültürleri küçümsemek oldu. bu aşmamız gereken bir takıntı. müslüman ağırlıklı nüfusun yaşadığı ülkelerdeki feministlerin deneyimlerinden yararlanmak gerekiyor. nasıl tartışıyorlar, hangi argümanları kullanıyorlar, hangi haklara sahipler; avantajları, fırsatları, açmazları neler, nasıl ilerlediler?
inanmak ama özgür ve eşit olmak
bu anlattıklarımın soyut olduğunu biliyorum. dahası, dinle iç içe büyümüş, iç içe yaşayan kadınlara ulaşmanın güçlüğünün de farkındayım.[12] bu insanlar, kadın özgürlüğünün ve feminizmin şeytanlaştırıldığı bir iklimde yaşıyor. bu açıdan en önemli halkanın boşanma ve şiddet gibi kritik anlarda bu kadınlara el uzatmak olduğunu düşünüyorum. bir kadının hayatındaki bu tür altüst olma süreçleri aynı zamanda fikir dünyalarının da değişime en açık olduğu anlar, özgürleşme kapılarının açıldığı o anlarda feminizmin yanlarında olması çok şeyi değiştirir.
dinin açmazları, sonuçları hepimizin malumu ama bunlara değil, toplumsal hayata, kadınlara biçilen role ve nelerin değişebileceğine odaklanmamız kapsayıcı olur.
ve son olarak, feminizm ilkeli bir yardımseverlik faaliyeti değil; ülkede olup bitenle ve aynı zamanda dünyada ve özellikle bölgede olup bitenle ilgilenmeyi, bunların üzerine düşünmeyi, konuşmayı gerektiriyor. suriye’de, 2014 yılında ezidi kadınlara yapılanlar, bunları yapanların siyasal kimlikleri, bunu islam adına yaptıkları bu topraklarda kendisini müslüman olarak tanımlayan her kadına ulaşsaydı, her şey bugünkü gibi mi olurdu?
farklılıklarımızı göz ardı etmeden, kadınlar arasındaki farkların bilincinde olarak, en doğru, en anlaşılır, en açık cümleleri kurmak zorundayız. hepimize kolay gelsin. biraz uzun bir yazı oldu, sonuna kadar ulaşan herkese teşekkürler.
[1] bunun en çarpıcı örneklerinden biri kadın sünneti konusunda. git gide azalsa da, dünyanın birçok yerinde uygulanan ama türkiye’de –şükür- hiç yapılmayan bu vahşi işlem, bazı ülke ve topluluklarda, özellikle kuzey afrika’da islam’la ilişkilendiriliyor!
[2] bunu kendisini islamcı olarak tanımlayan insanlardan da duydum.
[3] bu aralar yaygın olan, ağırlıklı olarak hindistan kökenli düşüncelerden ilham aldığı varsayılan “laik” dinleri de kapsamak amacıyla bu kavrama başvurdum.
[4] ama diğer yandan hasidikler siyonizme karşı!
[5] https://kaosgl.org/haber/berlin-de-escinsel-soykirimi-anitina-saldiri
[6] government organised non governmental organisations; hükümetlerin örgütlediği hükümet dışı örgütler
[7] bu konuda iyi bir kaynak: https://ilke.org.tr/mediaf/turkiyede-islami-stklarin-kurumsal-yapi-faaliyetlerinin-degisimi.pdf
[8] https://m.bianet.org/bianet/kadin/85831-aile-ekonomi-din-bati-arastirma-tam-metin
[9] insan hak ve hürriyetleri insani yardım vakfı yani ihh’nın adının kısaltmasının ihl’ye yani imam hatip liseleri’nin kısaltmasına bu kadar benzemesi, güzel bir tesadüf değil mi?
[10] fethullah gülen cemaati’nin bu türden faaliyetleri 15 temmuz öncesinde de gayet iyi biliniyordu.
[11] bunun gündelik hayatımızda başlayan zorlu bir mücadele gerektirdiğinin farkındayım.
[12] feminizmin kadınları bir güç olarak örgütlemekten ziyade onları güçlendirmeyi hedeflediğini de unutmamak gerek.
Görsel: Kelly Izdıhar Crosby, Tapestry of Sisterhood.