öncelikle şunu söylemeliyim; bu yazı cumhuriyet üzerine değil, bundan ziyade elimizdeki bilgileri nasıl değerlendirebileceğimizle ilgili önermeler içeriyor.
dünyaya toplumcu bir açıdan bakan bizler, toplumsal değişimin yasaların değişmesinden ibaret olmadığını biliyoruz. aynı zamanda, yasalardaki eşitlikçi ve özgürlükçü değişikliğin toplumsal mücadelelerle sağlandığının da farkındayız. siyasal devrimler sıçramalara ve önemli kopuşlara sebep oluyor ama o yeninin tohumları her zaman eskinin içinde büyüyor. bunlar toplumcu bakış açısının temelleri. altını bir kere daha çizeyim; toplumcu düşünce bize toplumsal dönüşümlerin ancak toplumla birlikte yapılabileceğini anlatır.
özgürlük, eşitlik ve adalet için atılan herhangi bir adım için toplumun tamamını ikna etmek anlamına gelmiyor bu; o, sağ düşüncenin demokrasi anlayışı ve toplumu hiçbir yere götürmez. örneğin, sistemin ideolojik aygıtlarıyla bilinci şekillendirilmiş kadınların da dahil olduğu çoğunluk, erkeklerin eşlerine şiddet uygulamasını makul bulabilir, bunun yasaklanması için herkesi ikna etmeye gerek yok. bu anlamda feminizmin jakoben bir düşünce olduğu bile söylenebilir. ama yine toplumcu düşünce, hukukun hayata geçmesi için toplum tarafından içselleştirilmesi gerektiğini öngörür. örneğin erkek şiddeti toplum içinde konuşulur, tartışılır, bu konuda talepler yükseltilir, gayrimeşru hale gelir ve yasaların parçası olur.
cumhuriyet, bu toprakların tarihinde bir sıçrama anına işaret ediyor ve önemli yasal, yönetimsel dönüşümler sağladı. şuna şüphe yok; bunların içinde kadınlara dair olanlar bizler için çok şeyi değiştirdi. ama bunların salt cumhuriyetin eseri olduğu fikri doğru değil. feminist tarihçilerin ve feminist olmasa da zafer toprak’ın araştırmalarının ortaya çıkarttıkları bize kadınların özgürlük mücadelesinin osmanlı döneminde başladığını gösterdi. aynı şekilde, o yıllarda oy hakkı için mücadele eden süfrajetlerin bir konferansının türkiye’de yapıldığını da… yani cumhuriyet kadınlara haklarını vermedi, taleplerini tanıdı demek çok daha doğru bir ifade. biz ikinci kuşaktan feministler, o mücadelenin kök saldığının kanıtıyız.
diğer yandan hilafet, daha doğru bir ifadeyle laiklik konusunda atılan adımların toplumda aynı oranda karşılık bulduğunu söylemek güç.
devletleşme süreçleri birbirine benzer
bir başka noktayı daha hatırlatmak istiyorum: tarih anlatısı sadece olguları değil, dönemle ilgili bazı kıyaslamaları ve yorumları da içermek zorunda.
bu, cumhuriyeti değerlendirirken başvurulan birkaç nokta açısından önemli. bunlardan ilki, türkiye cumhuriyeti’nin kuruluşu sırasında ve kuruluşundan önceki dönemlerde gerçekleşen katliamları değerlendirmekle ilgili. bugün, inkâr edilemeyecek kadar açık verilerle gerçekliği kanıtlanmış bu katliamlar, adil herhangi bir değerlendirme içinde benimsenemez ve göz ardı da edilemez. ancak şunu unutmamak gerek; bildiğimiz devletlerin tamamının tarihinde bu tür suçlar bulunuyor, avrupa tarihi çok uzun süren vahşi sömürgeci deneyimlerle dolu. çok bilinen birkaç örneği hatırlatayım; cezayir 1962 yılına kadar fransız sömürgesiydi ve sömürge yönetimi, büyük baskı ve ağır işkenceler uyguluyordu. kongo belçika’dan bağımsızlığını 1960 yılında kazandı, sömürgeci belçikalılar kongoluları cezalandırmak istediklerinde çeşitli uzuvlarını, bazen çocuklarının parmaklarını kesecek kadar acımasızdı! nijer daha bu yıl ülkeden fransız askerlerini kovma mücadelesi verdi. o açıdan, türkiye cumhuriyeti’nin bu suçlarını, tarihsel gerçekliklerle uyuşmayan bir avrupa -ve abd- tarihi kıyaslamasıyla, o devletleri “medeni” gösteren bir anlatı içine yerleştirmek doğru değil.
diğer yandan, birinci dünya savaşı’ndan sonra osmanlı topraklarının işgal edildiği doğru ama bunun, osmanlı imparatorluğu’nun asırlar boyunca işgalle genişleyen sömürgeci bir devlet olduğunu unutturmasına izin vermemek gerek.
halkının yaban’cısı
bu konunun altını çizme sebebim şu: ittihat ve terakki siyasetinin sürüyor ya da en azından benimseniyor olduğu doğru. ama osmanlı’dan devralınan ve en az ittihatçılık kadar güçlü bir başka şey jöntürk fikriyatı.
küresel güney ve küresel doğudaki halklar, “batı” dendiğinde sömürgecilik ve emperyalizmi anlarken türkiye’de türkler -ve kürtler- arasında, “batı” uygarlık ve demokrasiyle özdeşleştiriliyor, maalesef. bunun jöntürk mirası olduğunu ve cumhuriyet ideolojisinin şekillenmesinde büyük rolü bulunduğunu düşünüyorum.
türkiye cumhuriyeti’nin kuruluş süreci esas olarak osmanlı seçkinleri tarafından inşa edilmiş, savaş esas olarak osmanlı askerleri tarafından yürütülmüş.
tarihi edebiyattan öğrenmek mümkün değil tabii ama edebiyat da bize farklı dönemlerle ilgili birçok şeyi aktarıyor. özellikle yaban’da[1], bu seçkinlerin anadolu’nun “cahil, kaba saba” köylülerine ne kadar yabancı olduğunu görürüz. genç cumhuriyet, muhakkak ki o köylülerin hayatını da olumlu yönde etkilemiştir ama cumhuriyetin onlar -emekçiler- tarafından kurulduğunu söylemek gerçekçi görünmüyor. kaldı ki toplumun çoğunluğunu oluşturan emekçiler kitlesel her olgunun parçası; ama herhangi bir olguyu emekçilerin inşa ettiğini söylemek için onların siyasi temsilinin bulunup bulunmadığına, varsa ne dediğine, ne yaptığına bakmak gerekmez mi?
köylerde yaşayan yoksul çocukların ebeveynlerinden daha müreffeh yaşamasını sağlayacak eğitim imkânlarına kavuşması, cumhuriyet döneminde gerçekleşti ama kapitalizmin nitelikli işgücü ihtiyacı da bunda belirleyici bir etmen.
çünkü benzer gelişmeler; britanya, isveç gibi parlamenter monarşiyle yönetilen ülkelerde de gerçekleşti. kendi adıma, parlamenter de olsa, vergilerimle bir monarşiyi beslemek istemem, bir cumhuriyette yaşamak isterim. ama cumhuriyetin her zaman demokrasi anlamına gelmediğini, laiklik anlamına hiç gelmediğini iran islam cumhuriyeti’ne bakarak bile anlayabiliriz.
rakı içen akp’li dedikleri…
yine yaban’a dönmek istiyorum. çünkü aramızda, yaşıyor.
bugün de kendisini elit sayan ve bu varsayımlarının hiçbir dayanağı bulunmayan türkler, doğularındaki topraklarda yaşayanların ve doğu saydıkları anadolu’nun sakinlerini kendilerinden aşağı görüyor. “yaban” sadece arapları ve kürtleri değil, çorumluları, kayserilileri de hor görüyor ve cumhuriyeti savunuyor. “ortadoğu”yu bir bataklık olarak görüyor, kendisini buraya layık görmüyor. kendisi adına geçmişte, bugün ve gelecekte uygulanan her şiddeti, acımasızlığı makul buluyor, cumhuriyet adına. buna siyaset denebilir mi bilmiyorum ama bu duygu durumuyla yakın durmak içimize siner mi? bu sadece haksızlıklara yol açmıyor, bir körlüğe de sebep oluyor.
akp demişken
ama bugün, cumhuriyetin 100’üncü yılında, özel bir gerçeklikle karşı karşıya olduğumuzu da görmek gerek. rejimi değiştirmekle yetinmeyen, laikliği cumhuriyetle özdeşleştiren ve mümkün oldukça aşındırmaya çalışan bir iktidar yönetiyor ülkeyi. cumhuriyetin 100’üncü yılının biraz sönük kutlanması, cesur bir hesaplaşma değil, tek adam rejimini bir saltanat simülasyonuyla yaldızlamak bence. saltanatın ne olduğunu en azından bu mecranın okurlarına anlatmaya gerek yok ama şunu da söylemek istiyorum. monarşilerde, yönetmek üzere yetiştirilen insanlar başa geliyor, çevrelerinde danıştıkları kişiler bulunuyor ve yönetimle ilgili kararları bu şekilde alıyorlar; monarşi, gündelik siyaset içinde pişmekten başka özelliği olmayan, iktidarı bir biçimde ele geçirmiş birinin padişahlığı değil.
bunun üzerine konuşmak gerektiğine şüphe yok.
ama bunu konuşmanın biçimi türkiye cumhuriyeti’nin resmi takviminde yer alan her önemli günde yapılan açıklamalar mı? dini ve resmi bayramlar siyasal yapıların gündeminde olmalı mı? propaganda zaten takvime sığmaz ama illa takvimli söz söylenecekse, solun kendi bayramları, kendi önemli günleri yok mu?
bakın feministlere; grupların, stk’ların, yapıların kahir ekseriyeti bu günlerde konuşma gereği duymuyor, toplumun ikiyüzlülüklerine karşı duruyor, kutsal diye yutturulan değerleri sorguluyor ama ortaya çıktığından beri adım adım güçleniyor ve en önemli laik gücü oluşturuyor.
[1] yaban, yakup kadri karaosmanoğlu
fotoğraf: hürriyet