Zuhal Esra Bilir
Taylan Acar ve Şemsa Özar’ın hazırladığı Beden, Emek, Aile- Türkiye’de Kadınlık Halleri- isimli kitap geçtiğimiz günlerde Metis Yayınları’ndan yayımlandı. Kitap “9 Mart 2018’de Boğaziçi Üniversitesi’nde düzenlenen “Birinci Ferhunde Özbay Anma: Türkiye’de Aile, Evlilik ve Kadın İstihdamı” başlıklı konferansta sunulan makalelerden oluşuyor. Kitap vesilesiyle Şemsa Özar ile konuştuk.
Sunuş yazınızda Türkiye’de kadın emeği alanında yapılmış çalışmaları tarihsel bir panoramadan ele alarak başlıyor, bir konferans çıktısı olan Türk Toplumunda Kadın kitabından bahsediyorsunuz. Kitabın belirgin bir özelliği Nüfus, Sağlık, Beslenme, İşgücüne Katılım, Eğitim, Cinsiyet Rolleri, Din ve Siyasal Davranış gibi daha makro diyebileceğimiz başlıklar altında eşitsizlikleri ele alıyor olması. Ve bu eşitsizliklere ilişkin bütüncül bir bakış yakalama gerekliliğini vurgulaması. Şimdi bizim kitaptaki -kırk yıl sonra- makaleleri düşününce konu, bağlam, mekân ve zaman olarak oldukça spesifikleştirilmiş araştırmalar yaptığımızı söyleyebiliriz. Kadın emeği alanında yapılan araştırmaların bu değişimini nasıl yorumluyorsunuz?
Şemsa Özar: Çok memnuniyet verici olarak yorumluyorum. Bir alanda yapılan öncü çalışmalar tabii ki önce meseleyi kavramak ve inceleyebilmek açısından daha makro düzeyde oluyor. Sevgili Ferhunde’yi anmak amacıyla hazırladığımız bu kitaptaki yazılar dediğin gibi oldukça spesifik konularda. Dar diyebileceğimiz bir konuda çalışmanın avantajları var. O alanın dinamiklerini, mekanizmalarını ve en önemlisi insanların yaşamlarını ve etkileşimlerini daha derinlikli inceleyebiliyorsun. Makro açıdan ele alınan çalışmalarda insan yaşamının çetrefilli hali göz ardı edilmek durumunda kalınabiliyor.
Toplumsal cinsiyet bakış açısından hareket eden çalışmalarda, her cinsin kendi içinde ve diğer cinslerle ilişkisini deşifre etmek olmazsa olmaz. Bence bu kitaptaki yazıların en önemli yanı, spesifik konularda çalışmalarına rağmen bunu bağlamdan kopuk yapmamaları. Örneğin, sen yazında AVM’lerde çalışan satış görevlisi ve müşteri ilişkisine bakarken, bu sektörün 1980 sonrası neoliberalleşen Türkiye ekonomisi bağlamında var olduğundan hareket ediyorsun. Kuramsal yaklaşımını yeni kapitalizm ve feminist çerçeveden kuruyorsun. Bu çerçeveden hareketle, kadın satış görevlilerinin müşteri ile kurmak zorunda kaldıkları yakınlığın ticarileşmesini anlatıyorsun. Kâr elde etme ile patriyarkal sistemin kadınların bedeninden ve duygularından beklentisi arasındaki ilişkiye odaklanıyorsun. Oradan da, bu ilişki içindeki aşağılama, şiddet ve tacizi gösteriyorsun. Bence çok kıymetli. Bağlamı kurmamış olsan bu ilişkideki şiddeti anlatmak yüzeysel kalırdı diye düşünüyorum. Bağlamı kurmadan yapılan araştırma ve makaleler de var maalesef. Yani toplumsal cinsiyeti sadece bir değişken olarak kullanan, kadınların ve erkeklerin toplumsal, siyasal, ekonomik yaşam içindeki ilişkilerini göz ardı edip birkaç istatistiki veriyle çözümlemelere yönelen araştırmalar var. Mesela, içinde yaşadığımız patriyarkal kapitalist sistemi görmezden gelip sadece kadınların eğitim düzeyini kullanarak istihdama katılımını açıklamaya çalışan çok çalışma gördük geçmişte.
Daha çok kadını mücadeleye katmak
Sunuş yazınızda kolaj yaparken “Sürekli devinim halinde olan, kendini yenileyen dönüştüren patriyarka ile kapitalizmin etkileşim alanlarının bize kurduğu tuzaklara yeni katılanlar var mı? Mücadele hattını kurarken saldırının yoğunlaştığı, dönüşümün geliyorum dediği alanları öncelikli olarak seçebiliyor muyuz?” sorularını soruyorsunuz. Özellikle son günlerde İstanbul Sözleşmesi hakkında yaşadığımız gelişmeleri de düşünerek, her bir taraftan bu kadar yoğun bir saldırı altındayken bunu nasıl mümkün kılabiliriz?
Şemsa Özar: Çok haklısın. Kadınlar olarak yıllar boyunca sürdürdüğümüz mücadele sonucunda elde ettiğimiz kazanımlarımıza yoğun saldırı var. Ve ne yazık ki, bu saldırı en başta devlet yönetiminden geliyor. Böyle bir durumda kadın hareketinin tüm enerjisi bu alana odaklanıyor. Kadınlar şiddetin, tacizin, aşağılanmanın olmadığı, erkeklerle eşit oldukları ve kendi seçimlerini yapabildikleri bir hayat istiyor. Tabii ki İstanbul Sözleşmesi’nden vazgeçmeyeceğiz. Ancak, bu patriyarkal kapitalist sistemin zaman içinde dönüşümünden kaynaklanan diğer saldırı alanlarından çekileceğiz anlamına gelmemeli. Örneğin, pandemi nedeniyle hızlanan evden çalışma düzenine geçişte kadınlar, hem patriyarkal hem kapitalist ilişkiler anlamında kaybediyor. Gerek evden çalışma gerekse iş yerinde de olsa yeni türeyen çalışma düzenlemeleri üzerine kafa yormamız ve mücadeleyi sürekli kılmamız gerekiyor. Bu da daha çok çalışmamız ve daha çok kadını mücadeleye katmamız anlamına geliyor. Kadınlara hep daha çok çalışmak düşüyor.
Ekonomik yoksunluk ve şiddet yaşayan kadınlar
Kadın istihdamındaki artışın az da olsa dikkat çekici olduğunu özellikle hizmet sektöründe değişen uluslararası işbölümünün de etkisiyle kadın istihdamının arttığını söylüyorsunuz. Ancak daha yakından baktığımızda artan düzeyde bir eğretileşmeden bahsetmek mümkün. Her eğitim ve vasıf düzeyindeki kadın istihdamı için koşullar kötüleşiyor, ayrımcılık derinleşiyor ve farklı biçimler alıyor. Yazınızda bahsettiğiniz KEİG Forumuna ben de katılmıştım. O forumda profesyonel meslek sahibi mühendis, mimar, tıp doktoru kadınların anlattıkları ile sahada AVM’lerde çalışan satış görevlisi kadınların benzerliği üzerine hem çok şaşırmış hem de çok düşünmüştüm. Kadınların yaşadığı bu ortak tükenmişlik, ayrımcılık, haksızlık ve yalnızlıkla ilgili neler düşünüyorsunuz? Bu tükenmişliğe karşı ortak bir öfke de var hepimizde. Bu ortaklık üzerinden nasıl mücadele yöntemleri geliştirebiliriz?
Şemsa Özar: Öncelikle Türkiye’de emek süreçleri işçi/ücretli kesim açısından son derece kötü. Kadınlar için daha da kötü. Kadınlar hem iş yerlerinde hem evde kadın olmaktan kaynaklanan aşağılanma, taciz, daha çok çalışma ama daha düşük statü ve ücretle karşı karşıyalar. Dediğin gibi çoğunluğu bu durumlarının gayet de farkındalar ve öfkeliler. Ama maalesef gerek emek piyasası koşulları gerekse aile ilişkileri kadınların bu öfkelerini mücadeleye dönüştürmelerini engelliyor. İşyerlerinde örgütlenme için öne çıkan kadınlar tehdit ediliyor, işten atılıyor. Sendikal örgütlenme zor ilerliyor. Öte yandan sendikaların da çok azı kadınların taleplerini dinliyor ve sendikal mücadelenin öncelikli hedefleri arasına koyuyor. Mesela, yakın geçmişte tek başına direniş yürüten kadınları gördük, değil mi? Evde ise, aile ve toplumsal ilişkiler sürekli kadını suçlu durumuna düşürüyor. Aile ilişkilerini idare etmek, yoluna koymak hep kadınların sırtında. Haklarını savunan kadınlara sadece kocadan, çekirdek aileden değil, geniş aileden, arkadaşlardan, mahalleden de karşı çıkışlar oluyor. Bütün bunlarla yalnız mücadele etmek mümkün değil. Bunları anlatırken dayanışma yok demiyorum tabii. Ama, günümüzde devletin hem kendi kurumlarını hem kontrolü altında bulundurduğu medya kanallarını kullanarak yoğunlaştırdığı kadın düşmanı saldırıyı göğüslemek kolay değil.
Mücadele yöntemlerini nasıl geliştiririz konusuna gelirsem. Sanırım, genç ve göreli olarak eğitimli kadınlar mücadele yöntemi kurmada daha başarılı. Sokaklara çıkıyor, taleplerini ifade ediyorlar. Medyada etkinler. Evlerde kapalı, ekonomik yoksunluk ve hatta ekonomik ve her türlü şiddeti yaşayan kadınlar ise taleplerini yüksek sesle ifade etmekten çok, ancak bireysel çabaları ya da kendi dar çevrelerinde kurdukları ilişkilerle günü kurtarmaya çalışıyorlar. Örneğin, İstanbul Sözleşmesi bu grup kadın için çok önemli ve yaşamsal. Ama bu yalnız diyebileceğim grubun kendi başına mücadele yöntemi geliştirmesi çok zor. Bu grupla dayanışma ilişkisi kurmak da kolay değil. Zorlu bir süreç.
Yakın çevremizdeki değişimi izleyelim
Konuşmanızın sonunda yeni ne var diye soruyorsunuz. Bu soru hangi konuda çalışmalıyım diye düşünen genç araştırmacılara da yol gösteriyor aslında. O yüzden burada tekrar sormak istiyorum. Patriyarkal kapitalizmin yaşamlarımızı şekillendirmedeki kudretini ortaya koymak ve mücadele biçimlerimizi geliştirebilmek için neler yapmalıyız, hangi konularda daha çok araştırmalar yapmalıyız?
Şemsa Özar: En başta her şeyi bildiğimiz iddiasında olmamakla başlayalım derim. Yani, her şeyi sorgulayarak ilerleyebiliriz. Bu yorucu ve zahmeti bir iş. Bazen toplantılarda şahit oluyorum. Bir vakit, bir yerlerde okunmuş ve duyulmuş bir saptama yanlışlığı araştırmalar tarafından defalarca ileri sürülmüş, yazılmış, toplantılarda konuşulmuş olmasına rağmen sürekli tekrarlanıyor. Bunlardan biri “ekonomik krizlerde önce kadınlar işten çıkarılır”. Halbuki yaşadığımız her ekonomik kriz için bu durumun geçerli olmadığını feminist araştırmacılar yazdı, toplantılarda söyledi. Ama yine biri kalkıp bu mutlak bir doğruymuş gibi ezberden tekrarlayabiliyor.
Bir de, kendi hayatlarımız hep bize bir örnek. Araştırdığımız birçok konuyu biz kendimiz yaşıyoruz zaten. Mesela, bir kadın toplantısını hatırlıyorum. Ben kadınların ücretli işe katılımının teşvik edilmesinden bahsediyordum. Genç bir kadın, “niye kadınları kapitalist sömürünün içine atmak istiyorsunuz?” diye sormuştu bana. Ben bayağı şaşırmıştım. Çünkü kendi yaşamımdan hareketle, ben hayatımı sürdürebilmek için çalışmak zorunda olduğumu genç yaşımda öğrenmiştim. Üniversite yıllarımda özel ders vererek yaşadığım zamanlardan biliyordum. Büyük olasılıkla bana soruyu soran genç kadın da çalışıyor idi ya da ilerde çalışmak üzere okuyordu. Kadınlar olarak çalışmama seçeneğimiz ancak mirasyedi olursak ya da “ev kadını” olursak var. Birincisi, çok az kadının başına geliyor, ikincisi ise çok sayıda kadının pratiği, ama “ev kadınlığı”nın kadınları kapitalizmin sömürüsünden kurtardığı yanılgısına düşsek de, ki kurtarmaz, patriyarkal ilişkilerin aşağılanma ve şiddetinden korumuyor.
Araştırma konusu seçerken eleştirel yaklaşmayı ve kendi yaşamlarımızda ve yakın çevremizde olan değişimleri izlemeyi öneririm. Çünkü bir anlamda kadınlık ortak meselemiz. Bizden farklı yaşamları olan kadınların ne yaşadıklarını anlayabilmek de sanki ancak kendi yaşamımızı iyi anlayabilirsek mümkün gibi geliyor bana.