Nilgün Güngör
Kadın işçilerin yaşantıları sanatın konusu olmaya devam ediyor. Juliette Binoche’nin başrolü oynadığı, feribotta temizlik işleri yapan kadın işçilerin deneyimlerini anlatan film, Fransa’da gösterime girdi. Filmi izleyen Nilgün arkadaşımız oradan bildiriyor.
Dünyanın her yerinde kadın işçilerin ilk zorunlu seçeneklerindendir temizlik işi. Bu durum, neredeyse her yıl belgesel ve kurmaca filmlere konu oluyor. İşçi sınıfının tüm bölümleri için “sözleşme” kapıları artan ölçüde güvencesizlikten açılırken, safları dolduran kadın işçilerin yaşam ve çalışma koşulları da gitgide daha fazla sanatın konusu olmaya başladı.
Fransa’da birkaç ay önce gösterime giren Ouistreham filmi de bu seyrin içerisinde yer alıyor. Film, gazeteci Florence Aubenas’ın 2010 yılında yazdığı bir kitabın sinema uyarlaması (yönetmen Emmanuel Carrère). O yıllarda kadın işçilerin çalışma koşullarını kendi öz deneyimiyle sergilemek isteyen gazeteci Aubenas, altı ay boyunca bir feribotta temizlik işçisi olarak çalışmış. Filmde Juliette Binoche’un canlandırdığı yazar karakteri haricinde hemen tüm oyuncular temizlik işinde çalışmış, çalışmakta olan kadın işçiler.
Filmde, ünlü bir yazar olan Marianne Winckler yazmayı hedeflediği kitabı için Normandiya’da bir kente yerleşir ve kimliğini gizleyerek temizlik işçisi olarak çalışmaya başlar. İşe girdiği Ouistreham, yaklaşık 10 bin kişinin yaşadığı bir Normandiya liman kasabasındadır. Manş denizinde, tam karşısında bulunan İngiliz limanı Portsmouth’a altı saat süren bir feribot yolculuğuyla geçilmektedir. Feribot temizliğinde çoğunlukla kadınlar çalışmakta, yolcuların gemiyi terk etmelerinin hemen ardından içeri girip 1,5 saat içerisinde temizliği bitirmeleri gerekmektedir. Çarşaf, nevresim değiştirilecek toplam 60 yatakla beraber tuvalet, lavabo temizliği için her kabine dört dakika düşmektedir. Çalışma ritmini belirleyen, iki feribot seferi arasındaki süredir. Bu sürenin sonunda vapur düdükleri çalınıp yolcular gemiye alınır alınmaz temizlik işçilerinin hızla “görülmeden” çıkmaları gerekmektedir. Feribot, istikrarlı bir iş bulmanın, bağlanmanın imkansızlığını, işsiz kaldığınızda illaki gidilecek bir liman olarak güvencesizliğin cisimleşmiş halini simgeler.
Marianne, çalışma ekibindeki kadın işçilerle arkadaşlık kurar. Filmde üç çocuklu bekar bir işçiyi oynayan (gerçek hayatta dört çocuklu bir temizlik işçisidir) Crystele ve genç işçi Louise ile daha sık görüşür. Yaşamlarını yakından gözlemler. Birlikte daha çok vakit geçirirler. Çocuklarıyla, sevgilileriyle, çevreleri ile tanışır. (Bu tek taraflı bir tanıma ilişkisidir çünkü onlar Marianne’ı eşi tarafından terkedilmiş bir kadın olarak tanırlar.) Kadın işçilerin işin gerektirdiği hıza yaşamın içinde çok daha önceden uyum sağlamış olduğunu, temizlik işinin bu yüzden onlar için ilk seçenek sayıldığını görür. Kendilerine gelecek sunmayan işin kendisine, emeklerinin hiçe sayılmasına, kabinlerin yolcular tarafından bu kadar pis bırakılmasına… hepsine, her şeye öfkelidirler. Bu durum tepkisel davranışlarla kendini gösterir (kitapta ve filmde kolektif bir mücadele örgütlenmesinden bahis yoktur). Üç kadın geç kaldıkları için bir geceyi feribotta geçirmek zorunda kalırlar. Kendilerini boş bir lüks kabine kilitleyip şampanya içer, eğlenirler. Marianne’ın gerçek dünyasından bir arkadaşının onu tanıması ve kimliğinin iki arkadaşı nezdinde açığa çıkmasıyla “film kopar”.
Bir sonraki evrede Marianne’ı basılmış kitabının imza gününde, eski iş arkadaşlarının önünde konuşurken görürüz. Kadın işçiler kendilerini konu alan kitaptan dolayı mutludurlar; imza gününe gelmeyen Crystele ve Louise ise arkadaşlıklarının araçsallaştırıldığını düşündükleri için öfkelidirler. Marianne’ı Ouistreham iskelesine çağırır ve bir iş yeleği verip içeri girmesini isterler. Marianne artık gelemeyeceğini söyler… Crystele ve Louise çalışmak için feribota girerler.
Hep daha az, hep daha çok
Kitap 120 bin satar. Yazar bir röportajda öz deneyimini şöyle anlatır:
“İş ararken ve sonrasında çalışırken, işi sürdürebilmek için reddedilme, aşağılanma ve psikolojik tacizle başa çıkmaya hazır cesur kadınlarla karşılaştım. Ben de böyle tacize uğradım, örneğin bir fabrikanın yemekhanesini temizlerken. Benden üst pozisyonlardaki erkekler biraz önce temizlediğim ıslak zemine kirli ayakkabılarıyla basıp benimle eğlendiler. Bir işten diğerine geçtim, iş fiziksel olarak zor ve sıkıcıydı. Hiçbir kışkırtmaya yanıt vermemeyi öğrendim. Edepsizce laf sokmalardan korkuyordum çünkü bu işlere ihtiyacı olan ve her şeyin daha kötü olacağından çekinen bir kadın olma gömleğini gerçekten giymiştim. Pazar günlerimi yerel süpermarketlerin ‘kulelerinde’ kız arkadaşlarımla geçirmeyi öğrendim, bu onlar için tek eğlence imkanıydı. Kadınların iş aradıklarında hep erkeklerden daha az değer taşıdığını öğrendim. Her iş için hep bir erkeği tercih edeceklerdi. Bir kadın ise hep daha azıyla yetinmeliydi.”
Bu çok tanıdığımız gerçek, neden hep daha fazla mücadele etmemiz gerektiğini açıklar.