“Biz ne zaman yaşayacağız?”

“Biz ne zaman yaşayacağız” diye sitem ediyor Azime. “En güzel zamanlarımı hep çalışarak, her şeyden uzak kalarak geçiriyorum. Sürekli para yetiştirmeye çalışıyorum. Para yetmiyor. Evi temizlemeye, kendime bakmaya çalışıyorum. Zaman yetmiyor.”
Paylaş:

Kadınlar için çalışma yaşamının en karmaşık yanlarından biri, belki de patron ya da yöneticilerle, işyerini evi gibi görmesine neden olacak ilişkiler içerisinde olması. Bu yaratılan yanılsama içinde birçok kadın, asgari ya da daha düşük ücretlerle, yoğun emek harcayarak çalışıyor. Sık sık bu işte bir yanlışlık olduğunu düşünseler de konu hakkında derinleştiklerinde, o ilişkilenmenin yürümesi için bile aslında kendilerinin yoğun bir duygusal emek harcadıklarını fark edebiliyorlar. Bu ilişkilenmenin; görev tanımının esnekleşmesi, iş saatlerinin belirsizleşmesi, ücret yerine ricaların ya da akrabalıktan gelen bağların devreye girmesi anlamına geldiğini de…

Azime ile konuşurken sohbetimizin bu konu etrafında yoğunlaştığını fark etmem için ses kaydını dinlemem gerekti.

Şimdilerde 28 yaşını geride bırakan Azime, 18 yaşından beri çalışıyor. Muhasebe bölümünü bitirdikten sonra bir avukatın yanında staja başlıyor ve buradaki işini severek yapıyor. Ama tam o dönemlerde babası, ayak parmaklarını kaybedecek denli hastalanıyor. Hem babasına olan düşkünlüğü psikolojisini etkiliyor hem de evin geçiminin zorlaşması üzerine başka bir işe giriyor. Bu kez adresi, evine yakın olan fabrikalar oluyor.

Eşdeğerde işe ücret ayrımcılığı

Azime, Mersin’de, en yoksulların (yani Kürtler ve göçmenler) mahallelerinden biri olan Çilek Mahallesi’nde yaşıyor. Burası, çevresinde birçok bakliyat fabrikasının olduğu, serbest bölgeye oldukça yakın konumlanmış bir mahalle. Azime buradaki fabrikalardan birinde işe giriyor. Önce yevmiye usulü, ardından sigortalı ve düzenli çalışmaya başlıyor. Daha sonra ise bir akrabasının marketinde kasiyer olarak çalışıyor.

Son üç yıldır yine bir bakliyat fabrikasında, idari bölümün mutfağında çalışıyor.

Azime’nin çalıştığı fabrikada, sezon dönemlerinde 100-110 işçi çalışırken, diğer dönemlerde çalışan sayısı 65-70’e dek düşüyor. İşçilerin bir kısmı sigortalı olsa da ağırlıklı olarak yevmiye usulü çalışılıyor.

Fabrikada daha çok kadınlar çalışıyor ve temizlik, bantta seçme ya da ürünlerin paketlendiği çuvalların dikiş işlerini yapıyor. Erkekler ise hamal olarak indirme-yükleme işlerinde, ayrıca kimi makinalarda “usta” olarak çalışıyorlar. Makinalarda ustalık işinde çok az da olsa kadınlar var, Azime’nin aktardığına göre.

Aynı saatler çalışılmasına ve eşdeğerde işler yapılmasına rağmen cinsiyet eşitsizliğine dayalı iş ayrımı, ücret ayrımını da beraberinde getiriyor. Fabrikadaki işçilerin az sayıda bir bölümünü oluşturan erkekler (hamal ya da usta, fark etmeksizin) daha yüksek alıyor. Kadınlar ise eğer makinada usta değilse (ki erkeklerden kadınlara yer kalmıyor), erkeklerden daha düşük ücrete çalıştırılıyor.

“İşler büyüyor maaşım büyümüyor”

Orada ortamım, ev ortamı gibi aslında. Patronumu, babam gibi amcam gibi görüyorum. Çünkü bana öyle yaklaşıyorlar. Oradaki herkesi ablam, abim gibi görüyorum” diyor Azime.

Ama asgari ücret alıyorsun” deyince, “Evet, zaten o benim için sorun. Onlara da söyledim. Ben aldığım maaştan memnun değilim, dedim” diye cevap veriyor. “Çünkü bu yaşımda ayağımda varis olacak kadar çok çalışıyorum. Emek veriyorum. Haftada altı gün oradayım.

Biraz daha sohbet edince, “Aslında şirket, bana daha fazla maaş veremeyecek durumda değil. Tam tersine, ciddi olarak şirket şu ara çok büyüdü. Hatta bu yüzden eskiden yetiştirdiğim, rahat yaptığım işleri yetiştiremez oldum. İdarenin işlerine tek başıma yetemiyorum artık. Sağlığım giderek bozulmaya başladı. Yapmam gereken işler büyüyor ama benim maaşım büyümüyor. Bir de hâlâ tek çalışıyorum” diye sesli düşünüyor Azime.

“Mesai ücretlerimiz çok düşük”

Sanırım bunu birçoğumuz çok sık yapıyoruz. Çalıştığımız yeri sahipleniyor, oraya verdiğimiz emeğin boyutunu görmüyor, işin kötüsü kendimiz de bunu önemsemiyoruz. Kol-beyin emeğimize ek olarak duygusal emeğimizi de işe dâhil ediyor, patronlara sunuyoruz. Ancak şu açık ki, haftanın altı günü, günde en az 10 saat, yoğun emekle çalıştıran ve asgari ücret veren hiçbir işyerinde aslında “bizi sevmiyorlar”!

Evet, doğru aslında” diyor Azime. “Mesela sezon dönemlerimiz oluyor. Neredeyse her gün mesaiye kalıyoruz. Şu aralar sezon bitmek üzere ama mesela son bir aydır her gün mesaideydim ben. Her gün eve gece yarısı geldim. Ama mesai ücretlerimiz çok düşük. Daha önce çalıştığım yerde, hafta içi mesailerimiz bire bir buçuk, hafta sonları da bire ikiydi. Ama burada her zaman bire bir. Bu mesai ücreti kendimi o kadar saat yormama, eve o kadar geç saatte gitmeme değmiyor.

“Yemek mi yiyeyim namaz mı kılayım?”

Fabrikaların idari bölümü için de olsa, mutfakta çalışmak; sürekli koşturmak ve mola saatlerinin belirsiz olması, her daim telefon başında (ya da telefon cebinde) hazır olman anlamına geliyor.

Fabrikadaki işçiler, normalde iki saatte bir mola veriyorlar. Ama benim sabit bir mola saatim yok. Ben kendim ayarlıyorum. Ama durup düşününce, ben ancak 3-4 saatte bir mola verebiliyorum. Yemek saatim yok, kendimi işe göre ayarlıyorum. Tabii arada uzun zaman boş oturduğum da oluyor ama hep olan bir şey değil.

Haftalık bir gün olan tatili için, “asla yetmiyor” diyor Azime. “Hafta içi zaten işten çok yorgun geliyorum eve. Duş almaya bile mecalim olmuyor. Yemek mi yiyeyim, namaz mı kılayım? Arada kalıyorum. Bir gün izinde de annemle evi mi temizleyeyim? Kendi kişisel bakımımı mı yapayım? O bir günde, insan bir yere çıkmak istiyor, gezmek istiyor. Çıkamıyorsun, gidemiyorsun. Yetmiyor hiçbir şey.

“Bu kadar çalışma sağlığa zararlı”

Çalışma koşullarından hangilerinin düzeltilmesi gerektiğini sorunca, Azime’nin ilk cevabı “çalışma saatleri” oluyor. Şunları söylüyor Azime:

Bence çalışma saatlerinin biraz daha düşmesi gerekiyor. İnsan sağlığına bu kadar saatin fazla olduğunu düşünüyorum. Olması gereken günde 8 saat, haftada 45 saat. Ama asla öyle değil. Devlet kesinlikle denetlemiyor. Ya bazen düşünüyorum. Biz ne zaman yaşayacağız kardeşim? En güzel zamanlarımı hep çalışarak, her şeyden uzak kalarak geçiriyorum. Sürekli bir şeylere para yetiştirmeye çalışıyorum. Para yetmiyor. Tatil gününde evi temizlemeye çalışıyorum. Zaman yetmiyor.

* Azime gerçek ismi değildir.

* Ana fotoğraf Evrensel’den alınmıştır.

Paylaş:

Benzer İçerikler

“İçinde yaşadığım zaman, dünya, coğrafya, oradaki insanlar, siyasi yapılar, kültürün hiçbir sorumluluğu yok ve tek sorumlu sensin diye bas bağırıp köşesine çekilen tüm sisteme ses çıkarmayıp, durmaksızın kişisel olarak gelişmeye özen göstereceğiz, öyle mi? Bize parmak sallayanlara parmak sallamak belki de en doğru hareket olacaktır.”
Kadınların yoğun olarak bulunduğu bir sektörde çalışıyorum. Dolayısıyla pek çok kadının hikayesini birinci elden dinleme fırsatım oluyor. Aynur da onlardan biri, baskıcı bir aile, dayakçı bir koca, geçim sıkıntısı. Kısır döngüden ücretli çalışmaya başlayınca çıkabilmiş. Şimdi “kendi ayakları üzerinde durduğu” için övünüyor.
55 yaşında bir grafiker Zülal.* 14 yaşından itibaren çalışmaya başlamış. Kuru temizleyiciden tekstil fabrikalarına oradan matbaa işlerine…Boşandığı kocasından kalan vergi borçlarını ödüyor hâlâ. Erkekler en bildiğin işi bile sana öğretmeye kalkıyorlar, diyor. Sigorta primleri eksik olduğu için emekli olamıyor. Olsa da nasıl geçinecek her şey ateş pahası…
O, yaşamın zorluklarıyla çocuk yaşta mücadeleye başlayan ama sesini çok duymadığımız, kendi hayatının kahramanı milyonlarca kadın işçiden biri… Eski trikocu, overlokçu son birkaç senedir “yaşlı refakatçisi” olarak çalışıyor. Hatice Yardımcı, “Sabır, merhamet ve vicdan isteyen bir iş yapıyorum” diye konuşuyor.
İçeriklerimizi kaçırmamak için e-posta bültenimize ücretsiz abone olun!