Bizi mücadele ve sosyal dayanışma iyileştirecek

Depremin yarattığı enkaz olduğu yerde duruyor. Peki, nasıl iyileşeceğiz? Psikolog Betül Topkaya “Dayanışmayla…” diyor; “Depremin yıkıcılığını artıran toplumsal sorunlarla etkin bir şekilde mücadele edilmesi ve sosyal dayanışmanın artması, insanların korku ve kaygı duygusu karşısında güçlenmesi için bir olanak oluşturabilir.”
TODAP'tan Psk. Meryem Betül Topkaya:
Paylaş:
Sevgim Denizaltı
Sevgim Denizaltı
sevgimdenizalti@gmail.com

Türkiye’nin 11 ilinde ve Suriye’de büyük yıkıma yol açan 6 Şubat Maraş depremlerinin üzerinden iki aydan fazla zaman geçti. Yalnızca şehirleri, binaları değil, nice hayatları da yıkan depremin yarattığı enkaz olduğu gibi duruyor. Deprem bölgelerinde hâlâ en temel ihtiyaçlarına bile erişmekte zorlanan yüz binlerce insan, bir şekilde bu enkazdan çıkıp hayatı yeniden kurabilmenin yollarını arıyor.

Toplumda zaten var olan eşitsizliklerin derinleşmesi nedeniyle kadınlar bu süreci daha ağır şekilde deneyimliyor. Bir yandan artan bakım yükü ve şiddet riski, diğer yandan depremin ve yitirdiklerinin travması, geleceğe dair belirsizlik, güvencesizlik, yoksulluk, umutsuzluk, yeniden yalnız bırakılma, kaderine terk edilme korkusu ve türlü kaygılarla baş etmeye çalışıyorlar.

Bu noktada depremden etkilenen kişilere psikososyal destek sağlanması büyük önem taşıyor. Kamu kurumları bu konuda da sınıfta kalırken, gönüllü psikologlar bölgede ilk günlerden beri koordineli bir çalışma yürütüyor. Toplumsal Dayanışma için Psikologlar Derneği’nden (TODAP) psikologlar da öyle. Geçenlerde oldukça kapsamlı bir rapor yayımladılar; gözlemlerini, tespitlerini ve hayatın yeniden inşasına dair önerilerini paylaştılar. Son olarak Adıyaman’da feministlerin Kadın Çadırı’nın yanında bir çadır kurdular, burada depremden etkilenen kişilere psikososyal destek sundular.

Adıyaman’dan yeni dönen TODAP üyesi psikologlardan Meryem Betül Topkaya ile deprem bölgesinde kadın, çocuk ve LGBTİ+’ların durumuna dair gözlemlerini ve yaptıkları çalışmaları konuştuk.

Meryem Betül Topkaya

Yalnızca uzman kimliklerimizle orada değildik

TODAP’lı psikologlar olarak, ilk günlerden beri depremden etkilenen birçok ilde faaliyet yürütüyorsunuz. Nasıl organize oldunuz, ne gibi çalışmalar yaptınız?

Biz TODAP olarak deprem sürecinde yalnızca uzman kimliklerimizle yapılabileceklere kafa yormadık, alanda olmadık. Sadece 6 Şubat Depremi sürecinde değil, toplumu derinden etkileyen travmatik olayların tümüne yönelik üretimlerimizde ve varlık gösterdiğimiz yerlerde, tüm toplumsal eşitsizliklerden payına düşeni yaşayan ve toplumsal dayanışmanın da öznesi olan kişiler olarak yer aldık.

Öncelikle bu süreçte örülen psikososyal desteğin işlevinden ve psikososyal destek çalışmalarından bahsedebiliriz.

Kişiyi dehşet ve çaresizlik içinde bırakan, korku yaratan, ölüm ya da yaralanma sebebi olan ya da riski taşıyan, olağandışı ve beklenmedik nitelikte herhangi bir olayın bizzat yaşanması ya da tanık olunması ile gelişen süreç ruhsal travma olarak adlandırılır.

Hayatın olağan akışında karşılaştığımız olumsuzluklarla baş etmemizi sağlayan birtakım mekanizmalarımız var. Fakat kimi bireysel ya da toplumsal travmatik olaylarda olağan akışta hissettiğimizden çok daha fazla çaresizlik, dehşet, öfke, suçluluk gibi duygular hissedebiliyor ve bu mekanizmalarımızı işletemez hale gelebiliyoruz. Psikososyal desteğin de işlevi, yaşananlar karşısındaki duygularımızı, deneyimlerimizi dinlemek, kendi kaynaklarımızı hatırlatmak oluyor.

20 Temmuz 2015’te Kobanê’ye oyuncak götüren sosyalist gençler, IŞİD’in canlı bomba saldırısına uğramıştı ve 33 kişi hayatını kaybetmişti. TODAP’ın da içinde bulunduğu yedi meslek örgütü Suruç Psikososyal Dayanışma Ağı’nı kurmuş, saldırıda yaralananlara ve saldırıdan etkilenenlere yönelik çalışmalar başlatılmıştı.

Kısa bir süre sonra 10 Ekim 2015’te Ankara’da gerçekleşen Barış Mitingi’nde de IŞİD’in canlı bomba saldırısı gerçekleşmiş ve 103 insanımız yaşamını yitirmişti. Bu saldırının ardından Psikososyal Dayanışma Ağı adı altında bir araya gelindi ve yine saldırıda yaralanan, yakınlarını kaybeden veya bir şekilde saldırıdan etkilenen kişilere psikososyal destek sağlandı, çeşitli grup çalışmaları düzenlendi.

2020 yılında Covid-19 salgınının ortaya çıkışıyla sağlık çalışanlarının iş yükü artmış, çeşitli riskler altında sağlıksız ve zorlu koşullarda çalışmak zorunda kalmışlardı. O süreçte TODAP olarak SES ile birlikte ilk süreçte sağlık çalışanlarına, sonrasında salgın koşullarında işe gitmek zorunda kalan işçilere, ev içi iş yükü artan kadınlara, işten çıkarılanlara yönelik psikososyal destek çalışmaları düzenlemiştik.

Yine bu yaşadığımız depremin de etkilerinin ve yıkıcılığının yaşanan afetin insan eliyle katliama dönüştürülmesinin sonucu olduğunu okuyabiliyoruz. Bu nedenle ruh sağlığı dernekleri ve inisiyatifleri olarak tekrar bir araya geldik ve İstanbul, İzmir ve Ankara’da Psikososyal Dayanışma Ağı’nı tekrar kurup, hızlıca bireysel görüşmelere başladık.

Bir yandan bireysel görüşmeler, grup çalışmaları sürerken bir yandan da ilk haftadan itibaren alana gidişlerimiz başladı. Maraş, Hatay, Adıyaman, Diyarbakır ve Malatya’ya gittik. İlk süreçte henüz insanların temel ihtiyaçlarının karşılanmamış olması sebebiyle psikososyal destek çalışmaları yapamadık. Depo düzenleme, ayni yardımları tasnifleme, temizlik gibi işlerde yer aldık. Bir yandan da TTB ve HDK Sağlık Meclisi’nin oluşturduğu gezici sağlık ekipleriyle köylere giderek, ihtiyaçları tespit etmeye, depremden etkilenen insanların yaşadıklarını dinlemeye çalıştık.

Oturarak uyumaya çalışan kadınlar

“Maraş merkezden çok kişinin deprem sonrası taşındığı, 100 çocuğun bulunduğu Göynük köyünde şampuan, tarak gibi ihtiyaçların, temel ihtiyaç olarak görülmeyip karşılanmadığını, anneler ve çocukların bu durum sebebiyle zorlandığını gözlemledik. Yine aynı köyde çocuk sayısının deprem sonrası 50’den 100’e çıkması ve köye yalnızca tek bir büyük çadır verilmesi sebebiyle köyde yaşayan anneler, çocuklara yatacak alan açmak için uzanamadıklarını, oturmak zorunda kaldıklarını, bu nedenle uyuyamadıklarını aktardılar.” (TODAP raporundan)

Birçok ayrımcılık biçimi palazlandı

Depremin ardından kadınlar, LGBTİ+’lar ve çocukların yaşadıklarına, psikolojik durumlarına dair gözlemleriniz neler?

Yüz yıllardır var olan ırkçılık, cinsiyet ve cinsel yönelim eşitsizliği, yoksulluk gibi bir dizi toplumsal eşitsizlik, depremden önceki süreçte de oldukça yoğunlaşmıştı. Bir süredir ekonomik kriz koşullarında; kadın, Kürt, LGBTİ+, göçmen düşmanlığıyla karşı karşıya kalarak yaşamlarımızı sürdürüyorduk. Depremle beraber birçok ayrımcılık biçiminin palazlandığını gördük.

En açık örneklerden biri, bakım yükünün artmasıydı. Depremden önce de kadınların üzerine yıkılan ev içi bakım yükü, duygusal bakım yükü, depremden sonra da katlanarak büyüdü. Şehir merkezlerinde birçok evin yıkılmasıyla beraber, yurttaşların bir kısmı köylere, tanıdıklarının yıkılmayan ama hasarlı olan evlerine dönmek zorunda kaldı. Depremden önce bir aileye bakım veren kadınlar, üç dört ailenin birden temizliğini, yemeğini yapmak, çocuklarını eylemek yükümlülükleriyle karşılaştılar. Gıda, kıyafet dağıtım noktalarına daha çok kadınların geldiğini, kendilerinden önce çocuklarının ve kocalarının ihtiyaçlarını karşılamaya gayret ettiklerini gördük.

Kadınların bakım emeği yükü katbekat arttı

Kadınlar çoğunlukla (ve genellemek pahasına) yaşadıklarını anlatmaya, deneyimlerini aktarmaya açıklardı. İlk başta kendilerinin ve diğer aile üyelerinin temel ihtiyaçlarını karşılamak için emek sarf ediyorlardı. Cinsiyetçi iş bölümü sebebiyle zaten üzerlerinde olan bakım emeğinin yükü depremden sonra katbekat artmış gözüküyordu. Deprem öncesi çekirdek aileye bakım emeği veren kadınlar şimdi çok daha geniş ailelerininkini üstlenmekteydi. Üstelik suyun ve elektriğin yokluğuyla bu büyümüş bakım işleri zorlaşmıştı.” (TODAP raporundan)

Yine bir köyde deprem sebebiyle yoğun kaygı yaşayan, tuvalete gidemeyen, yemek yiyemeyen, uyuyamayan bir kadının sosyal desteğe ihtiyaç duyduğuna, başka şehirde yaşayan ablasının ve annesinin yanına gitmek istediğine ama kocasının izin vermediğine şahit olduk. Aynı zamanda çadır eksikliği sebebiyle insanlar çatlakları olan evlerde kalmak zorunda kalıyor ya da ahırlarda, römorklarda yatmak zorunda kalıyorlardı. Her iki durumda da kadınlar hasarlı evlere yemek yapmak için girmek zorunda kalıyorlar ve içeride kaldıkları süreyi kaygıyla geçiriyorlardı. Hasarlı evlerde uyumak zorunda kalan çocuk ve kadınların birçoğunda ani ve sıçrayarak uyanma, altına kaçırma, sarsıntı hissetme görülüyordu.

Bir de yas tutmaya yardımcı olan birçok ritüelin gerçekleşemediğini gördük, çalışmalar tamamlanmadan evlerin enkazının kaldırıldığına hep beraber şahit olduk. Cenazesini bulamayanlar, ancak parçalarını bulabilenler, arama kurtarma çalışmaları usulünce yapılmadığı için sevdiklerini layıkıyla gömme haklarından dahi mahrum kaldılar. Depremin üzerinden iki ay geçmesine rağmen hâlâ binaların enkazından bedenler çıkabiliyor. İsimsiz gömmeler, toplu definler nedeniyle insanlar yakınlarının başına ne geldiğini bilemiyor.

Çare dayanışma

Önümüzdeki süreçte ne gibi psikososyal risklerle karşı karşıyayız ve ne yapmak gerekiyor?

Dışarıdaki tehlikelerden bizi koruyacağını varsaydığımız evlerimizin de – ki kadınlar ve lubunyalar olarak evlerin de güvenli olmadığını biliyoruz – sallandığı, yıkıldığı, ayağımızı bastığımız zeminin kaydığı ve yarıldığı bir süreç, kontrol duygumuza hasar verebilir. Üstüne üstlük kamu otoriterilerinin yaşattığı ihmal ve terk edilmişlik duygusunun da yaşanacak süreçlere etkisinin ne olacağı, üzerine düşünmeye değer bir konu.

Bu süreçler erkek şiddetinin de arttığı süreçler olabiliyor. Cinsel şiddetin arttığı, erkeklerin kadınların bedenini, varlığını kontrol altına almaya çalıştığı birçok durum yaşanıyor. Böyle süreçlerde kadınlar, boşandıkları erkeklerle ya da boşanma sürecinde olduğu kocalarıyla aynı çadırda kalmak, faillerle aynı yeri paylaşmak zorunda kalabiliyor. 99 depremi, Van depremi süreçlerinde de karşılaştığımız gibi temel ihtiyaçların öncelikli olarak erkeklere verilmesi, barınma alanlarının ailelere tahsis edilmesi gibi durumlar sebebiyle ailelerinden bin bir zorlukla ayrılan genç kadınlar ve lubunyalar ailelerinin yanına dönmek zorunda kalabiliyor.

“Artık bir geleceğimiz yok, hayatımız bitti”

“Kadınlar kendilerinin nasıl olduklarından önce çocuklarının nasıl olduklarını, çocuklarının mevcut durumları ve gelecekleri için var olan endişelerini aktardılar. Çocuklarının artık bir geleceklerinin olmadığı, hayatlarının artık bittiği gibi aktarımlarda bulundular. Var olan belirsizlik, güvencesizlik içinde karamsarlık ve umutsuzluk ile hemhâl oldukları açıkça gözlenebiliyordu.” (TODAP raporundan)

Tüm bunlara karşılık, “Nasıl iyileşeceğiz?” sorusu ortaya çıkıyor. Cevabını da hepimizin bildiği bir yerden verebiliriz: Dayanışma. Depremin yıkıcılığını artıran ve deprem sonrasında birçok ihmale, şiddete yol açan toplumsal sorunlarla etkin bir şekilde mücadele edilmesi ve sosyal dayanışmanın artması, insanların korku ve kaygı duygusu karşısında güçlenmesi için bir olanak oluşturabilir. Yine kişilerin bu kadar edilgen hissettiği bir konumda özneleşebilecekleri alanlar açmak iyileştirici olabilir.

En somut örneklerinden biri olarak Samandağ’da kadınların depremin ardından 40’ıncı gün yürüyüşünde öfkelerini, hüzünlerini paylaşarak, rihen ve bahurlarla ritüellerini gerçekleştirip, yaslarına sahip çıktıklarını gördük. Özneleşme, dayanışma, bir aradalık… Yürüyüşü videolardan izleyenlerin bile bu duyguların hepsini hissettiği bir yürüyüş oldu. Yine Hatay’da kadın örgütlerinin depremden etkilenen kadınlarla kurduğu ilişkilere ve Afet için Feminist Dayanışma’nın Adıyaman’da kurduğu Kadın Çadırı deneyimlerine kulak vermek yerinde olabilir.

Deprem bölgelerine giden arkadaşlarımızla TODAP Deprem Sonrası Değerlendirme Raporu’nu hazırladık. Bu raporda gözlemlerimiz, deneyimlerimiz olduğu kadar inşa sürecine dair önerilerimiz de bulunuyor. Çok dilli psikososyal destek, depremden etkilenenlerin göç ettikleri illerde yeterli psikolojik destek merkezi açılması, 6284’ün hassasiyetle uygulanması, kadınların başvuru mekanizmalarına ulaşımının kolaylaştırılması, yalnız yaşayan kadınların ve LGBTİ+ların ihtiyaçlarının karşılanması, inşa sürecinin tüm yükünün kadınlara yıkılmaması, adalet ve güvenlik duygusunun onarılması adına sorumlulardan hesap sorulması ve birçok öneri için rapora göz atabilirsiniz.

Fotoğraflar: TODAP

Paylaş:

Benzer İçerikler

Kadınlar bir şeyler yapmak istiyorlar ama yapamıyorlar çünkü ulaşım yok. Zaten bir yere gidemiyor. Eğer çevresinden yakınlarını kaybetmişse veya evinde yaşlı varsa ona bakmak direkt kadının görevi olmuş. Eğer evi sağlamsa kayın babası, kendi annesi babasına evinin bir odasını vermek zorunda kalmış. Kendi danışanlarımdan şunu duydum: “Annem babam dışarıdayken kendi odamda uyuyamam, onlara verdim odamı.”
Adıyaman’da, patriyarkanın depremin yarattığı yıkımla iç içe geçerek kadınların yaşamları, bedenleri, duyguları üzerindeki baskıyı daha da şiddetlendirdiğini gördüm. Bu noktada biz feministlerin kadını anne ve eş olarak değil, “birey” olarak ele alan, güçlendiren feminist yaklaşım ve dayanışma temelli çabalarımız çok daha önem arz ediyor.
İçeriklerimizi kaçırmamak için e-posta bültenimize ücretsiz abone olun!