“Bizim Hikâyemiz”

Ocak 2020’de başlayan “Bizim Hikâyemiz” projesi kapsamında Mart 2020’den beri, Diyarbakır, Antep, İstanbul, Ankara, İzmir’de sözlü tarih çalışması yapılıyor. Feminist akademisyenlerin yürüttüğü çalışmada sözlü tarihin yanı sıra, video röportajlar, günlükler, kadınların çektiği fotoğraflar ve kendi çizdikleri bilişsel haritalar da yayımlanıyor.
Paylaş:
H. Sevim Işık Bäro
H. Sevim Işık Bäro
sevimisis@gmail.com
Sevim Işık Bäro

Ocak 2020’de başlayan “Bizim Hikâyemiz”[i] projesi kapsamında Mart 2020’den beri, Diyarbakır, Antep, İstanbul, Ankara, İzmir’de sözlü tarih çalışması yapılıyor. Feminist akademisyenlerin yürüttüğü çalışmada sözlü tarihin yanı sıra, video röportajlar, günlükler, kadınların çektiği fotoğraflar ve kendi çizdikleri bilişsel haritalar da yayımlanıyor.

 Nasıl başladı “Bizim Hikâyemiz” in hikayesi?

Tül Akbal Süalp: Biz kısmı şöyle aslında; bizim, ‘Kampüssüzler’[ii] olarak bir takım çalışmalarımız vardı fakat herhangi bir kaynağa başvurmamıştık ve kurumsallaşmak da istemiyorduk. Yani dernek gibi bir kurumsallaşma. Sonra baktık bazı çalışmaları yapabilmek için hakikaten kurumsallaşmaya ihtiyaç var. Yani bir de işsiz güçsüzüz ve de on parçaya bölünmüş işler yapıyoruz orada burada. Bir takım kaynakların olma gerekliliği doğdu açıkçası. Biz öncesinde biraz emek hareketiyle ilgili bir şeyler yapmaya çalıştık. Ama olmadı, cılız kaldı. Biraz bir şeyler yapıldı. İşte Nuraylar Ankara’da biz İstanbul’da, direnişlere gittik ama olmadı. Hani bir de bizim akademisyen geçmişimiz var, yaptığımız şeylere benzemedi. Kafamızda, kadınlarla beraber bir şeyler yapma düşüncesi hep vardı. İlk yazdığımız proje bambaşka bir projeydi. Loughborough Üniversitesi’nden iki arkadaşımız var ekibimizde; Burçe (Çelik) ve Şahika (Erkonan). Onlardan, Burçe’den bir öneri geldi.  İngiltere’de 1930’lar 40’larda yapılmış hatıratların değerlendirilmesi üzerinden bir çalışmadan bahsetti. Biz oturduk konuştuk, nasıl ortaya çıkabiliriz, birlikte bir şey yapabiliriz diye. Kurumsal kimliğin olması önemliydi, bir üniversite gibi. Sonunda böyle bir ortaklık çıktı. En önemli noktalardan biri kadınların kendi hikayelerini kendilerinin anlatıyor olması ve bizim onları kendilerinden dinliyor olmamız. Bütün bu sözlü tarih çalışmalarında da olduğu gibi, bir başladığınız zaman aslında anlatıcı kendi öyküsünden geniş bir öyküyü anlatmaya başlıyor. Daha geniş bir tarihe dokunmaya başlıyor. Böyle başladı. Pandemiye denk geldi. Pandemiye denk gelince yüz yüze görüşmeler azaldı.  Dijital ortamda yapıldı ama yüz yüze görüşmeler de yapıldı, Ankara’da İzmir’de Diyarbakır’da, ondan sonra ağırlıklı olarak dijital gitti.

Nuray Türkmen: Çalışmanın kendisi doğrudan bir akademik bir meramla, akademik bir dertle değil, akademisyenlerin yürüttüğü ama, politik yanı güçlü bir merakla oluştu. Hepimiz feminist mücadelenin içindeydik ve içindeyiz. Bu yaptığımız çalışmayı da feminist mücadeleden bağımsız görmüyoruz. Başka bir deyişle, yalnızca akademisyen olarak değil, feminist olarak, feminist akademisyen olarak yapıyoruz bu çalışmayı. Çalışmanın altında yatan sorular; “Allah vergisi değil; daha şanslı olduğumuz için sonradan edindiğimiz akademik bilgi becerimizi, feminist mücadelede nasıl kullanabiliriz.”, “Bu bilgi becerimizi kullanarak feminist mücadeleyi nasıl güçlendirebiliriz ve oradan nasıl katkı alabiliriz.” idi. Aslında karşılıklı kendini güçlendirme üstüne kurulu bir çalışma. Ara sonuçları itibariyle, feminist arkadaşlarımızın da bakıp “ihtiyaç vardı, birbirimizi dinlemeye duymaya” dedikleri, politik yanı güçlü bir çalışma.

Tül Akbal Süalp: Son 20- 30 yılda hayatlarımızı değiştiren, kadınlar olarak bizi etkileyen dönüştüren neler oldu bunu da görmek istedik. Hem politik arenada, hem kamusal arenada hem de ev içinde.

Kadın hikâyeleri birbirine yakınlaştı

Neden özellikle son 20- 30 yıl?

Tül Akbal Süalp: Bu soru sorulduğu zaman akla hemen AKP iktidarı geliyor. Ama tabii biliyoruz, bu ülkede muhafazakârlaşmanın hikayesi biraz eski. Bir kere hep var da ama bunun politik iklime bütünüyle sirayet etmesi, gündelik hayatımızı, yaptığımız işleri etkilemesi. Son 20-30 yılda sokağa çıktığımızda, işe gittiğimizde, geri döndüğümüzde, evde iş yaparken, gece sokakta yürürken, meydanlardan geçerken yaşananlara, seyrettiğimiz filmlere, televizyon kanalları vesaireye baktığımızda, 90’lı yıllardan itibaren çok ciddi bir daralmanın, kıskacın olduğunu söylemek mümkün. Bunu bir sürü şeyle beraber söyleyebiliriz elbette, uzun uzun makaleler yazabiliriz bunların üzerine ama bizim tenimizde bedenimizde hissettiğimiz gündelik pratiklerimizi etkileyen bir takım şeylerden bahsediyoruz. Bu yüzden son 20- 30 yıl. Ama sözlü tarih anlatılmaya başlandığında bu tarih de genişliyor. Mesela çok genç görüşmecilerimiz dışında bütün görüşmelerimizde 12 Eylül 1980 tarihsel bir an olarak çıktı. Hayatları etkilemiş, temelden sarsmış tarihsel an. Ya da 90’lar da benzeri bir şekilde anlatıldı. Bu tarihlerin kadınların hayatlarına nasıl değdiği, nasıl izler bıraktığı anlamında anlatıldı.

Nuray Türkmen: Bir yanıyla daha çok odaklandığımız yer, haliyle, daha otoriter baskıcı bir sistem üzerinden. Bir başka yanıyla da düşünürsek 2000’li yıllar ve sonrası kadınların kendilerini daha fazla özgürleştirdikleri, seslerini daha çok duyurdukları ve tabii aynı zamanda da seslerinin daha çok kısılmaya çalışıldığı, baskının giderek arttığı yıllar. Kadınlar bunu iki yönlü yaşıyorlar.  Yani 2000’li yıllardan sonra hem kadınların sesleri daha fazla yükselmeye başladı hem de şiddet, taciz ve kadın cinayetleri arttı. Bir yandan da şöyle bir boyutu da var yaşanan sürecin; kentleşmeyle, köyden-kırdan kente göçle kadınların hayatları daha fazla değişmeye devam etti. Yani bu özgürleşme ve baskının artması durumuyla daha fazla yüz yüze gelmeye başladılar. Çünkü kente geldiler ve kentte çalışmaya başladılar. Örneğin Ankara’nın Mamak ilçesinin gecekondu mahallesinde yaşayan, çalışmasına izin verilmeyen kadının, inşaat sektörünün büyümesiyle inşaatta çalışan eşi, oğlu, kaynı iş bulamaz oldu. Bu nedenle kadın gündelikçi olarak işe başladı. İşe başlayan kadının aile içinde itibari “artmaya” başladı. Kadın kentte otobüse binmeye başladı. Sokağa çıkmaya başladı. Belki de aile içerisinde ve erkeğin gözünde zorunlu bir biçimde saygı elde etti.  Bunu kadınlar da ifade ediyorlar: “Normalde izin vermezdi işe gitmeme ama eve ekmek parası getiriyorduk” diyorlar.  Kadınlar bir taraftan sokağa çıkmaya başlarken diğer taraftan da erkek egemen iktidar tarafından evin içine kapatılmaya zorlandılar. Ama gelin görün ki geçim sıkıntısı buna izin vermiyor. Yani kadınlar bir yandan evin geçimine katkı sunmak ya da evin geçimini sağlamak için sokağa çıkarken öte yandan da baskıyla karşı karşıya kaldılar. Dolayısıyla; bir yandan baskı artarken öte yandan kadınların daha görünür olduğu yıllar. 2000’li yıllar sonrasında kadınların temas noktalarının genişlediğini görüyoruz. Hem sokakta hem iş yerinde bire bir aynı diyemesek de benzer sorunlarla yüzleştiklerini görüyoruz. Bu da kadınların, özellikle işçi ve orta sınıftan kadınların, hikayelerini birbirlerine yakınlaştırmaya başladı belki de. Temas noktalarının, ortak kesenlerinin artığını söyleyebiliriz.  Bu kadın mücadelesine de yansıyor, eskiye oranla daha fazla bir araya gelme şansını yakalayabilen ve giderek de güçlenen bir hatta olanak tanıyabilir bu ortak sorunlar ve ihtiyaçlar. Kısacası feminist mücadelenin güçlendiği ve aynı zamanda karşısındaki baskının alabildiğine arttığı yıllardan söz ediyoruz.

Mücadele ister istemez güçlendirir

Tül Akbal Süalp: Aslında tam bir toplumsal dinamik ve diyalektik meselesi bu, öyle değil mi? Bir yanıyla yalnızca AKP iktidarının Türkiye’de olması değil, bütün bu neo-liberalizm, onun etkileri, emek rezervuarı anlamında toplumun toplumsal cinsiyet üzerine etkileri. Kadın işçilerin önünün açılması. 90’lardaki ciddi ölçüdeki mülksüzleştirmeleri, yerinden etmeleri de düşünelim; köy boşaltmalar vb., kırsal nüfusun büyük bir çoğunluğunun köylere göçü… Bir bölgede böyle olurken başka bir bölgede, mesela Karadeniz’de, Ege’de bütün küçük çiftçilerin borçlandırılılarak orada köylünün mülksüzleştirilmesi… Birbirine çok benzer hikâyeler var. Bunlar da doğal olarak mücadele ortamı yaratıyor. Hem sınıfsal hem de kadınların pek çoğu için. Artık kenttesin ve mücadelenin içindesin… Mücadele ister istemez güçlendirici bir şey yaratır. Hepimizin hikâyesinde vardır. Yayınladığımız görüşmelere etiketler koyduk oralara bakılabilir diye. Mesela “politikleşme” hikayeleri aslında kadınların. Bu süreçte aslında birer politik kimlik kazanıyorlar. Çünkü mücadele ediyorlar, çünkü baskıyı direkt görüyorlar.

“Bizim Hikâyemiz” kapsamında neler, neden yapıyor?

Tül Akbal Süalp: Sözlü tarih çalışmasının yanı sıra, günlükler var. Video röportajlarımız var. Video röportajlar bir medya ayağı oluşabilir mi diye düşünülmüş bir çalışma. Kadınların kendi medyasını çalışmak, oradan örnekler üretmek adına. Fotoğraflar istiyoruz kadınlardan hem sözlü tarih çalışmasında hem de de günlüklerde. Bir de toplamda sayıları az ama bilişsel haritalar istiyoruz. Bunlar hem kadın araştırmaları yapanlara hem feminist okura, izleyiciye hem de bütün kadınlara genel malzeme sunsun diye yaptığımız bir şey.

Bilişsel haritalar?

Tül Akbal Süalp: Bilişsel harita aslında bizim kavramımız değil. 1960’larda bütün dünyadaki kentleşme sürecinde, ABD’li şehir planlayıcısı, Chicago ekolünden Kevin Lynch’in ürettiği bir kavram. Anlamı da şu aslında: Bu yeni kentle, yeni yaşamla kişilerin baş etmesi gerekiyor. Bu da ancak zihinlerinde bilişsel olarak oluşturabilecekleri haritalarla mümkün.
Bunu aslında hepimiz yapıyoruz günlük pratiğimizde. “Hangi sokaktan geçersem daha güvenli”, “Oraya nasıl giderim”, “Trafikte çok vakit kaybetmemek için hangi rotayı takip edeyim”, “Eve dönerken en ucuz yiyeceği nereden alırım, ona göre ne yapmam lazım” “Uğradığım dükkanlar”… Yani kendimizi bir şehirle nasıl ilişkilendirdiğimiz ve içerisinde nasıl dolandığımız ve kendimizi nasıl uyumlandırdığımız… Bilişsel harita çizildiği zaman bize çok bilgi veren soyutlamalar. Kentle girdiğimiz ilişkinin somutlama hali. Kentte nelerle ilişkilendiriyorum. Bunları yan yana koyunca başka okumalar yapmak da mümkün.

Nuray Türkmen: Online olunca görüşmeler daha az bilişsel haritalar alıyoruz. Bu yüzden bazı görüşmelerde var, bazılarında yok. Anlatırken kendini çok daha rahat ifade eden kadınlar bunları çizmek istemeyebiliyor. Sanıyoruz sözlü ifade etmeye daha alışkın olduğumuz için de böyle. Yüz yüze olabilseydik, bizler de bilişsel haritaları çizerek anlatabilir ve daha çok bilişsel harita yayınlayabilirdik.

Asıl amaç dinlemek

Fotoğraflar istemenizin nedeni ne?

Tül Akbal Süalp: Kadınlardan hayatlarında önemli olduğunu düşündükleri, hatırası olan ya da yakınında, gözünün önünde olan nesnelerin fotoğraflarını istiyoruz. Kendilerine ait, mahremlerini de anlatan görseller aslında. Kendilerine ait başka bir anlatı dünyaları var. Belki o fotoğraflar yan yana geldiğinde de başka bir şey söylüyor olacak.

Nuray Türkmen: Bazen hikâyede duyduğumuz bir şeyi anlatıyor o fotoğraf, bazen de hiç duymadığımız bir şeyi. Aslında hikâyeyi biraz tamamlayan bir yanı var fotoğrafların. Söylenmemiş olanı da o fotoğraflarda duymak mümkün. Hikâyenin anlatımı o fotoğraflarla devam ediyor. Hikâye bir yere sabitlenmiyor. Dinamik bir şekilde devam ediyor.

Tül Akbal Süalp: Anlatının o kapalı çerçevesini, bilişsel harita, fotoğraf ile imkân dahilinde açmak aslında. Çerçeve dışında kalanı da anlatmak.

Görüşmeleri yalnızca deşifre edip yayınlamıyorsunuz aynı zamanda kadınların seslerini yayınlıyorsunuz.

Nuray Türkmen: Evet, kabul eden kadınların ses kayıtlarını da yayınlıyoruz.

Tül Akbal Süalp: Asıl amaç, dinlemek. Kendi seslerimizden birbirimizi dinlemek. Çünkü daha doğrudan bir kere. Kadın kadına sohbet bu. Birbirimize birbirimizin hikayelerini anlatarak güçlenebileceğimizi de ummak.

Nuray Türkmen: Hiçbir fak gözetmeksizin kadınların kendi seslerini duyurabilmenin önünü de açmış oluyor.

Tül Akbal Süalp: Ses kayıtlarında, susmalar, duraksamalar, sese yansıdığı kadarıyla karşılıklı göz doluşlar da var. Sohbetin, sözlü tarihin kendi bütünü içinde dinamik bir akışı var. Hani anlatının kapalı bir yanından bahsetmiştim. Yazılı anlatı daha kapalı bir şey. Orada bir biçim kaygısı, anlatı kaygıları da giriyor. Yazdığınız şeyin üstünden bir kez daha geçersiniz, düzenlersiniz. Sohbet ise bir anlatı olmak ile beraber daha rahat bir formdur, daha akışkandır. Daldan dala geçersiniz, konudan konuya geçersiniz.

Nuray Türkmen: Örneğin susma anlarını kesmiyoruz. Burada çok boşluk var deyip kesmiyoruz. Orası da anlatının bir parçası. Hikâye orada da devam ediyor.

Kadın sözlü tarih çalışmalarının feminist araştırma yöntemleri içindeki yeri nedir? Sizce ne tür katkı sağlıyor… 

Tül Akbal Süalp: Her şeyden önce, bunun bir feminist metodoloji olması önemli. Bu bir temsil meselesi de. Bugüne kadar hep birileri birilerini temsil etmiş, birileri birilerinin sesini aktardığını düşünmüş. Bu temsiliyeti mümkün olduğunca kaldırabilmek, farklı sınıflardan kadınların da sözünü de doğrudan, kendi ağzından anlatması önemliydi. Feminist yazın ya da edebiyat dünyasında var olabilmiş kadınların eğitimli kadınlar olduğunu biliyoruz. Kale kapısı gibi engelleri olan, erkek egemen bir dünyadır. Oradan geçebilmek için de o dili iyi kullanabilmeli, diğer erkeklerden çok daha maharetli olabilmeli. Bir sürü engeli aşmalı. Bu şu da demek aslında; pek çok diğer anlatıyı, ifade etme biçimlerini dışarda bırakıyorsunuz. Tarihin de dışında bırakıyorsunuz.  Konuşabilmenin de bir mücadeleli tarihi var. Sözlü tarih dendiği zaman gittiğiniz yer, büyük anlatılar değildir… Hâkim anlatılar değildir. Sözlü tarih dendiğinde; sözü, ifadesi, kelamı neyse ulaşılamayana gitmek öncelikli olur aslında. Kadının alanı sözlü bir alan, buna mecbur da bırakılmışlar yüzyıllarca. Bunları derleyebilmek, heybeye atabilmek… Ulaşabilmek, sesin bir yere ulaşması aslında.

Tarih deneyimlerden ibaret

Nuray Türkmen: Bu çalışmada “deneyim” kelimesi oldukça önemli. Yani deneyimi durdurmama, dondurmama… Tarih de bu deneyimlerden ibaret. Tarihe baktığımızda çoğunlukla kadınların deneyimlerinin de erkekler tarafından yazılıp dondurulduğunu görüyoruz.  Ses kayıtları ile bu deneyimlerin donmadığı, yaşayan dinamik deneyimler olduğunu görüyoruz. 60’lı 70’li yılları anlatsa da hala içimizde.  Kadınlar bu deneyimlerini anlatırken canlanıyor, daha diri bir hale de geliyor bu deneyimler. Sesle beraber kadınlar kendi deneyimlerine can katıyorlar. Kadınların deneyimlerini canlı kılma, capcanlı tutma… Dans eder gibi biraz da, kadınların mücadele tarihi gibi… Deneyimleri bir yere, bir kalıba hapsetmeme… Erkeklerin kalıplarına sokmadan, oradan çıkarmak. Deneyimi doğrudan kendi dinamiği ile aktarmak için seslerin kaydedilerek duyurulmasına aracılık etmeyi önemli görüyoruz.  Erkeklerin çalışmaları içinde bir sonuç bulma çabası, bir yere varma çabası vardır ya, biz bunu yapmıyoruz. Kadınların sesi belki de zamandan ve mekândan bağımsız olarak deneyimlerini bizlere ve birbirimize duyuruyor.

Emek hareketi içinde ön plana çıkmış kadınlarla da konuştuğunuzu biliyoruz, kadın işçi ve direnişi eylemlerinde öne çıkmış işçi kadınların deneyimlerine ulaşabildiniz mi?

Tül Akbal Süalp: Sayısı çok değil ama oldu. Direniş muazzam bir deneyim. Büyük bir güçlenme… İnsanı sıçratan bir deneyim, özellikle kadınlar söz konusu olduğunda. Hem kendine duyduğu güvenin hem de bir şeyleri yapabilir olmanın güveninin muazzam arttığı bir şey direniş. Daha önce yaptığımız çok geniş bir işçi grubuyla yaptığımız bir çalışma vardı. Orada şu karşımıza çıktı: Bir direniş içinde kadınlar varsa daha uzun ömürlü oluyor. Daha dayanıklılar, daha inatçılar, kolay kolay vazgeçmiyorlar. Halbuki koşulları daha zorlu. Evden ya da çevreden bir sürü laf işitebiliyor. Bir sürü şeyi göze alıp girdiği için daha dayanıklı ve dirayetli çıkıyorlar. Sadece yaşadığı direniş süreci değil, hayata doğru farkındalığı artarak çıkıyor.

Nuray Türkmen: Direniş içerisinde bulunmamış, kendini politik tanımlamayan kadınlar da aslında farkındalar sömürünün. Buna karşı çıktıklarında bir şeyin değişeceğine çoğu zaman inanmadıkları için belki daha umutsuz konuşuyor olabilirler ancak sömürülme deneyimleri de onların deneyimi ve bunu en iyi onlar biliyorlar.

Görüştüğünüz kadınlarla çalışma hayatı söz konusu olduğunda sıkça duyduklarınız neler?

Tül Akbal Süalp: Birkaç şey birden var. Çalışma yerindeki hiyerarşi, sömürü ve tahakküm ilişkilerine maruz kalış… İş yerinde, iş arkadaşları arasında kadın bu tahakküm ve sömürüyü yanındaki erkek işçiden daha fazla yaşıyor.
İş yerinde ücret karşılığı çalışıyor, ücretli emek dediğimiz emeği var. Bir de işten sonra eve gidip çalışıyor. Ev işlerini yapıyor. Bekar olduğunda da böyle. Ücretsiz emek kısmını üstleniyor aslında. Evli olsun, bekar olsun, çocuklu olsun, bu işleri bir şekilde yapıyor. Emek sömürüsü birkaç kanaldan devam ediyor. Elbette bir de erkek işçilerin hayatları boyunca karşılaşmayabildikleri taciz ile kadın her yerde karşılaşabiliyor. Bir de aile var elbette. Kadın aileyi ikna etmek, yaptığı şeyin meşruluğunu ispat etme ihtiyacı duyabiliyor. “Yapabilirim”, “Düzgün yapabilirim”, “Erkek gibi yapabilirim” gibi, kadının ayrı bir mesai ile sınandığını söylemek mümkün sanırım.

İşyerinde kuralsızlık hakim

Nuray Türkmen: Biz çalışma sürecinde deneyimleri dinlerken kadınların yaşamında kimi başlıkların daha fazla öne çıktığını görüyoruz. Emek de bunlardan biri. Emek alanında 2000’li yıllardan sonra kritik bir dönüşüm yaşanıyor. 2000’li yıllar öncesi ve sonrası arasında büyük oranda fark var. Bu yüzden “2000’li yıllarda emek” başlığını ayrıca ele almalı belki de. Yoksullaşmanın, güvencesizliğin, güvencesiz emeğin, esnek çalışmanın tamamen kural haline geldiği, kadınların emeklilik hayalinin son bulduğu yıllar bu yıllar. Dolayısıyla; çalışma ile hayat arasındaki ilişkinin de zedelendiği, belki de koptuğu yıllar. 2000’li yıllardan sonrasını anlatan hikayeler bize bir “kuralsızlık” gösteriyor. Hani eskiden, yine kapitalizmin olsa da iş yerinin kuralları vardı, artık patron istediğini yapabiliyor. Herkesin her işi yaptığı ve herkesin her şeye karıştığı bir karmaşa ve bir o kadar biat ortamı… Artık bu “yeni” işyeri düzenli olarak başka bir kurallı deneyim alanı sunuyor: kötü muamele, küfür ve taciz. Önceleri kadınlar iş yerinde tacizden kaçınmak için işyerindeki erkeklere “abi” derken, şimdi bu da bir işe yaramıyor. Üstelik yaşanan onca şeye direnmek de o kadar kolay değil artık. Direnmeyi kıran pek çok engelinin olması da artık adeta işçilerin yaşamlarının kuralı haline gelmiş durumda. Kredi kartı borçları, ev kredileri, araba kredileri, ödenemeyen diğer borçlar belini büküyor çalışan kadınların ve karşı çıkmayı zorlaştırıyor.

Pandemini sürecinde kadınların hayatında neler değişti, bunu gözlemlemeniz mümkün oldu mu?

Tül Akbal Süalp: Bir sürü şey söylenebilir. Herkes için ev iş yükü arttı. Çocuklarınızın da olduğunu düşünün, ev işlerini yapıyorsunuz, çocuklara bakıyorsunuz, bir de evden bağlanarak çalışıyorsanız 24 saat çalışır hale geliyorsunuz, kapalı bir mekânda. Birçok kadının pandemi öncesi kendine ayırabildiği ya da sessiz olan birkaç saat artık yok örneğin. “Kendine ait bir oda” düşünü kendisine söylemese de. Ben birkaç sağlıkçıyla görüştüm mesela. Onların durumu herkesten vahimdi. Hele pandeminin başlarında. Eve geldiklerinde her şeyin çıkarılıp yıkanması, evdeki birine bir şey bulaştırma kaygısı, çocukları ebeveynlere yollama gibi.. Onların hayatı tamamen alt üst olmuştu.

Bir de evden çalışmanın bazı rahatlıkları var ama, birçok iş kolunda bunun rahatlığı görüldüğü için bazı insanlar evden çalışmaya mahkûm edilebilir. Bu kadınlar için bir kâbus bence.

Nuray Türkmen: Tül Hoca pek çok şeyi söyledi aslında ama bir de oturduğu mahalleden, evinden çıkmayan kadınlar “Yo, bir şey değişmedi” de diyebiliyor. Beyaz yaka çalışan kadınlar açısından çok şey değişmişken ve elbette ev içi şiddetin arttığını da görüyoruz.

 

[i] https://www.bizimhikayemiz.org/ adresinden çalışmaya ulaşmak mümkün.

[ii] Kampüssüzler, barış imzasından sonra ihraç edilen akademisyenlerin kurduğu dayanışma akademilerinden İstanbul’da kurulan ilklerinden biri. Kampüssüzler hakkında daha fazla bilgiye buradan ulaşmak mümkün. https://www.kampussuzler.org/

Paylaş:

Benzer İçerikler

Myrtle, Güney Afrika’da doğdu. Küçük yaştan itibaren ev işçisi olarak çalıştı. Çok zor örgütlenen bu sektörde sendika kurdu. ILO 189’un kabul edilmesini sağlayanlardandı. Uluslararası Ev İşçileri Federasyonu’nun ilk başkanıydı. 16 Ocak günü hayata veda etti.
Almanya’da birinci dalga feminizmin önde gelen isimleri arasında yer alan Minna Cauer, kız çocuklarının eğitimini, kadınların istihdam ve oy haklarını savundu. Sayısız kadın derneğinin yönetiminde yer aldı… Kadın Hareketi Dergisi’ni çıkardı, burada eşit haklar konusunda yazılar yazdı. 60’lı yaşlarının sonunda bile konferanstan konferansa koşturuyordu.
15-16 Haziran Direnişi’nin 52’nci yılında, tanıklıklardan iz sürüp kadın işçilerin yanında alıyoruz soluğu. Bazıları en önde polisle çatışıyor, bazıları tankların üzerinde ölüme meydan okuyor. Bazıları ise işyeri temsilcisi, binlerce işçiyi yönlendiriyor. Mücadelelerine saygıyla…
İçeriklerimizi kaçırmamak için e-posta bültenimize ücretsiz abone olun!