Burası Radyo Şarampol

“ O yoksul işçi mahallesinden Kreuzberg’e uzanan yolda kimileri başka sesler, yüzler, sokaklarda sevdiğine ve sevildiğine inanarak dolaşan bir hayatı arayacak, kimileri ise yarım kalan hayatlarıyla dostça vedalaşmaya çalışacaklardı.”
Paylaş:

Füsun Çiçekoğlu

“ O yoksul işçi mahallesinden Kreuzberg’e uzanan yolda kimileri başka sesler, yüzler, sokaklarda sevdiğine ve sevildiğine inanarak dolaşan bir hayatı arayacak, kimileri ise yarım kalan hayatlarıyla dostça vedalaşmaya çalışacaklardı.”

Kaç hayat yaşadınız söyleyin
Sesler yüzler sokaklar[i]

Bitirir bitirmez yeniden okumaya başladığım ve kimbilir daha kaç kere okuyacağım romanlara bir yenisi eklendi: Burası Radyo Şarampol.

Şükran Yiğit’in yeni romanının çıkacağını eski arkadaşlarla birbirimize müjdelediğimizde geçen yılın son günleriydi. 2020 giderayak ilk kez bizi mutlu edecekti, sevinçliydik. Ama ben biraz da kaygılıydım doğrusu. Ankara Mon Amour kadar sevebilecek miydim bu yeni romanı? Suna’nın, Emel’in, Hasan’ın [1] Burası Radyo Şarampol’ün kahramanlarıyla anlaşıp anlaşamayacaklarının, Radyo Şarampol’ü dinlemek isteyip istemeyeceklerinin de kaygısıydı bu. Hem Ankara dururken Antalya niyeydi… Henüz tanışmamıştım Filiz’le, Mine Abla’yla, Ali’yle, kaygılarımın nedeni buydu. Ne Şarampol Mahallesi’nin ne de Kreuzberg’i seslerine, kokularına, yüzlerine aşinaydım daha.

Sonunda kitabın çıktığı haberi geldiğinde, 18 Aralık’tı. Kızılay’a kitabı almaya gittim hemen. Benim için hüsran, kitap için iyi bir haber vardı kitapçılarda: çok soran olmuştu Burası Radyo Şarampol’ü, dağıtımcıda kalmamıştı kitap, haftaya gelecekti. O hafta, Spotify’da bulduğum Radyo Şarampol listesindeki şarkılardan romana dair fikir edinmeye çalışarak geçti. Listeye baktıkça, Hasan olsaydı, diyordum, Doors’u da dinlemek isterdi ama kaset sardığından Emel atmış olurdu kaseti.

Ertesi hafta iki tane aldım kitaptan. Biri kendim, diğeri 12 Eylül Darbesi sonrası yurtdışına giden bir arkadaşım için. Önce 12 Eylül Darbesi’ne her birimizi bir tarafa savurduğu için bir kez daha lanet okuyarak arkadaşıma yolladım kitabı. Ardından Sakarya Caddesi’nden, tam da Suna’nın polislere yakalandığı sırada Emel’e seslendiği yerde, Soysal Çarşısı’nın arka kapısında duran çiçekçiden iki demet nergis aldım. Sonra eve gidip kitabı okumaya başladım.

Annesi dokumaya giden çocuklar

Kitaba başladığımda, anneleri Dokuma’ya babaları restoran mutfaklarında çalışmaya giden, izledikleri filmlerdeki gibi yoksul ama mutlu olmak isteyen Şarampol Mahallesi’nin yoksul ve mutsuz çocuklarını anlatarak açılan romanın sayfalarını çevirdikçe roman kahramanları olarak değil de gerçek hayattaki arkadaşlarımmış gibi sevdiğim Bir Genç Kız Yetişiyor‘daki[2] Francie ve Ana’daki[3] Pavel’le karşılaşacağım; Minka Abla’[4] ve Karşılığını Bulamamış Sorular’ı[5] kütüphanemin diplerinde uyudukları yerlerden çıkarıp tekrar okuyacağım, Suzanne’i yeniden defalarca dinleyeceğim ve Marianne ve Leonard- Aşk Sözleri’ni[6] iki kere daha izleyeceğim aklıma bile gelmemişti. İç  içe geçen okumalar, dinlemeler ve izlemeler eşliğinde romanı bitirince, ben de Filiz gibi “hayat mı kitaptan, kitap mı hayattan kopya çekiyor?” sorusunu kendime sorarak uzun süre elimden bırakamadım Burası Radyo Şarampol’ü.

Annesi Dokuma’daki greve katıldığında babasına karşı annesinin tarafını tutan Filiz, yoksul ve mutsuz hayatlarının üzerindeki örtüyü kaldırıverse sanki altından Ana’daki Pavel, Andrey ve Nataşa’nın çalıştığı o Dokuma Fabrikası, o duman, o is ve o uzak ülkedeki kaldırımsız dar sokaklar çıkıverecek gibi tuhaf bir hisse kapılıp hayat mı kitaptan, kitap mı hayattan kopya çekiyordu sorusunu soruyordu kendine. O soru, yıllardır benim de cevabını aradığım soruydu işte.

Cengiz Abi’nin Filiz’e getirdiği Ana romanı, 12 Eylül Darbesi ertesinde Şarampol Mahallesi’ndeki evlerin banyo kazanlarında yakılan onca kitabın kaderini paylaşmadıysa bu, Ana’nın hayata kopya veren kitaplardan olmasındandı belki de. Filiz kıyamamıştı Ana’nın yakılmasına. Çoğumuzun 80 Darbesi ertesinde Ana’yı banyo kazanlarına atmaya ya da kovalarda suya basıp hamur yapmaya kıyamadığı gibi…

Yaz  daha bitmemişken

Henüz birkaç ay önce, 1980 Yazı başlarken dünyada her şey yerli yerindeydi oysa Filiz için. Bir bilinmezlik olan geleceğe adım atmakta acele eden Rengin birden bire büyüyüverip de ona ihanet etmemiş, Filiz’i terk edemediği çocuklukla baş başa bırakmamıştı daha. Rengin, Engin ve Filiz’in sahilde yan yana oturup, dünyanın bundan daha mükemmel olamayacağını düşündükleri zamanları yırtan o iki kelime henüz Rengin’in ağzından çıkmamış, Filiz Rengin’e küsmemiş, çocukluğun sonu gelmemişti. Unutulmuş Bir Yaz İçin şiirindeki o dizelerin hayatı anlatmasına daha vardı: “anımsa bizim unutulmuş bir yazımız vardı/kıyısından çocukların dokunarak geçtiği”. Şiirin, o güzel incecik kitaba basılmasına, kitabın yıllar sonra Berlin’deki Türk Kitapçısı’nın rafında Filiz’in gözüne çarpmasına da daha çok vardı. Berlin hayata dahil değildi, hayat da yarım kalmış bir yaza duyulan hasreti kendine katmamıştı henüz. Yaz daha bitmemişti.

Vaktinden önce biten o yazın mahzunluğuyla başladığı lisedeki sınıfında, Antalya’nın toplumsal düzeninin yansımasını bulmakla kalmayacak, kötülüğün cisimleşmiş haliyle, biyoloji hocası Medet Gürer’le tanışacaktı Filiz. Medet Gürer’in sıra dayağına çektiği öğrencilerin acıdan yanan elleri o çocukların içinde bir daha asla kapanmayacak yaralar açacak, parmak uçlarının sızısı dinerken yenilmeyi öğrenen çocuk ruhları, kaybedeni olacaklarını anladıkları bir hayata hazırlanmaya böyle başlayacaklardı. İyiler de vardı öğretmenler arasında, edebiyat öğretmeni hapise giren Gülseren Hanım iyiydi. Onun yerine gelen, Tevfik Fikret’in oğlu Halûk için yazdığı şiiri okurken sınıftaki öğrenciler arasında Halûk’u arar gibi sınıfa dalgınca göz gezdiren Cevdet öğretmen iyiydi. Okula İstanbul’dan gelen Ali’yi, sınavda en düşük notu aldığı için sınıfın önünde utandırmayan matematikçi Rezan hanım da iyiydi.

Belediye İşhanı’nın bir duvarına bir kaç yıl önce yapılmış emekçi elleri resminin ve “Kurtuluşa Kadar Savaş” sloganının kovalarca boyayla silinmesinin ardından, resmin, bir gece yağan yağmur sonrası üzerindeki boyaların akmasıyla mucize gibi yeniden duvarda belirmesine Ali’yle Filiz’in duyduğu ortak sevinç; evlere yapılan polis baskınları, sokaklarda gözaltına alınan insanlar, sonra o duvar resminin 80 öncesine dair hafızayı yok etmek istercesine tekrar silinmesi… Okul çıkışı bir külah tirmisi[7] paylaşarak birlikte yürürken hapishanenin önünden geçmemek için yollarını değiştiren Ali ve Filiz’in tüm hayatlarına damga vuran 1980 sonbaharının izleriydi bunlar.

Sonrası şiir pusulalarıyla, Bayrak Radyosu’na gönderilen isteklerle, şehrin karanlık sokaklarında başlayan arayışın ilk adımlarının, Radyocu Asım’ın kehribar yalnızlığıyla kesiştiği yerde devreye giren Radyo Şarampol’ün ilk anonsuydu: “Bugün 16 Kasım 1980. Saat on altı kırk iki. Sayın dinleyiciler burası Radyo Şarampol.”

Hasretin bin haliyle tanışmak

Filiz’in 12 Mart Darbesi’nin ardından hapise girdiğini neden sonra öğrendiği, hakkında Rus casusu olduğundan, polis telsizlerini karıştırdığına kadar türlü çeşit söylenti dolaşan Asım’ın, Filiz için yaptığı radyo vericisi Mine Abla’nın, Filiz’in seslerini duyurmaya çalışma, duyulma umudu olmuştu. Ali’nin hediyesi, üzerinde Beatles 1962-1966 yazılı kaseti Radyo Şarampol’de çalmaya başlasa, Şarampol Mahallesi’nin solgun işçi evlerinin rengârenk boyanacağını, silinen duvar resminin yeniden duvarda yavaş yavaş belirmeye başlayacağını düşleyen Filiz de, Mine Abla da dünyanın sihirli bir yer olduğuna inanıyorlardı o sonbaharda. Bölünen, savrulan hayatlarında, içinde hep sadece kendilerinin dolaşabileceği, herkese yabancı bir şehir taşımaya daha başlamamışlardı.

Mine Abla ve Filiz yıllar sonra Berlin’de yaşarlarken Tophane’de, Mermerli’de çay içmeyi özlediklerinde, büyüteçle bakılan kartpostallara sokaklarda tanıdık bir sima aradıklarında ya da yeni yıla girerken o saatte cevapsız kalacağını bile bile mahalledeki Soğuk Bakkal’ın telefonunu çaldırıp kilometrelerce uzakta boş bakkalda çınlayan telefon sesini hayal ettiklerinde hasretin bin bir haliyle tanışacaklardı. Oysa geri dönecek bile olsalar hasret duydukları şehre, bıraktıkları Antalya değildi artık orası. Ana romanının portakal ağacı Şarampol Mahallesi’yle birlikte betona teslim olmuştu.

Burası Radyo Şarampol’de, Christa Wolf’ün Almanya’nın Sesi radyosu’ndan Doğu Almanya yurttaşlarına yaptığı “Gitmeyin, ülkeyi terk etmeyin, size kolay ve hemen refaha ulaşabileceğiniz bir hayatın sözünü değil ama ilginç ve faydalı bir hayatın sözünü veriyoruz,” çağrısını okurken, 1989’da Aralık sonunda Brandenburg Kapısı’nın açıldığı günde kentin doğusunda ve batısında kurulan dev ekranlardan yayınlanan 9.Senfoni’nin finalindeki sevinç bölümünde Doğu’da ve Batı’da tüm meydanlardan “özgürlük” sözcüğünün yükseldiğini hatırladım. Biz daha o zamandan biliyorduk, 1989’da Brandenburg Kapısı açlığa, yoksulluğa, evsizliğe ve sadece tüketebildiğin kadar var olma özgürlüğüne, böylesi bir “özgürlükler” çağına açılmıştı.[8]

O kapı açıldıktan, Berlin Duvarı şaşaayla yıkıldıktan sonra doksanlı yılların karmaşasında Doğu Almanya’da yaşanan hayatları hor görüp, verimsiz ve hemen unutulması gereken bir geçmişe gömmeye razı gelmeyip bu yeni çağa teslim olmayanlar da vardı elbette. Radyo Berlin’de çalışan, kendi yüzyılına bağlı kalan Doğu Berlinli Niko gibi… “Belki, belki ikinci denemede kimsenin kaçmak istemediği bir ülke kurabiliriz,”diyerek Doğu Berlin’de bir stüdyo kurmak isteyen, Doğu Almanya’nın ikinci bir şansı olduğuna inanan Chris gibi, Filiz gibi…

Emeğiyle hayatı yeniden kurmak

Mine Abla, Cengiz Abi, Ali, Muharrem, Rengin, Asım… Dokuma’da bir vardiyayı daha bitirmenin sevinciyle önlüğünü çıkarıp fabrika servisiyle eve döndüğünde “Çay yaptınız mı kızlar çay?” diyen Filiz’in yorgun annesi… 1980’in girdabında dağılıp giden, bazıları birbirine değdiği yerlerde incinen, bazıları ise yılların içinden geçerken birbirinden güç bulanlardan hayatlar… O yoksul işçi mahallesinden Kreuzberg’e uzanan yolda kimileri başka sesler, yüzler, sokaklarda sevdiğine ve sevildiğine inanarak dolaşan bir hayatı arayacak, kimileri ise yarım kalan hayatlarıyla dostça vedalaşmaya çalışacaklardı. Mine Abla’nın Şarampol Mahallesi’nden binlerce kilometre uzakta Kreuzberg’de dolaşıp yayın yapan Radyo Ütopya’dan ‘Arkası Yarın’a benzer biçimde Filiz’le birlikte okudukları Yalancı Jacob romanıyla, Radyo Berlin yayınlarıyla ulaşmaya çalıştığı kişi, Antalya sokaklarında yıllar önce Radyo Şarampol’den “Arım Balım Peteğim” şarkısını söyleyerek sesini duyurmaya çalıştığı kaçak değildi. Yarım kalan eski hayatını, yıllar sonra yine yarım kalacak olan hayatına teyellemeye çalışan, göç ettiği memlekete elindeki dikiş iğnesiyle tutunan, emeğiyle hayatını yeniden kuran Mine Abla da, yıllar önceki “bilsem ki öleceğim, yine seni seveceğim” diyen o kadın değildi artık. Kölle[9] yapıveriyordu yine, bir çay demleyiveriyordu, höşmerim için irmik kavuruyordu ama gidenlerin ardından “yazık etti” deyip hayata devam etmeyi de öğrenmişti.

Filiz ise, yaptığı radyo vericisinin korsan yayınıyla, Kubatstan[10] olarak anılmaya başlanan Berlin Duvarı’nın dibindeki yeşil, ağaçlıklı bölgeyi otoyol yapımından kurtarmak için işgal edenlere ses oluyordu şimdi: “Bayraklar dalgalanıyor, pankartlar ağaçlarda. İnsanlar burada, evet insanlar burada!”

Filiz için hikâyelerin zamanı durduran bir gücü vardı. Burası Radyo Şarampol de zamanı durduran hikâyelerden oldu benim için. Taksim Meydanı’nda başlayıp bütün ülkeye yayılan, binlerce kişinin betona karşı yeşili korumak için dalgalandırdığı bayraklar, ağaçlardaki pankartlarla Gezi Direnişi’ne de bir selam yolladı Kubatstan direnişinin dalgalanan bayraklarıyla.

Kendi geçmişi ile konuşmak

Burası Radyo Şarampol’ü okurken sevdiğim roman kahramanlarıyla olduğu kadar, kendi geçmişimle ve o geçmişte kalmış arkadaşlarımın bazılarıyla içimden konuşurken, onların seslerini özlerken buldum kendimi. Sevgili arkadaşımız Aydın Erol, kitabı okurken sık sık andıklarımdan oldu.

Onca yıl sonra döndüğü memlekette, Cumhurbaşkanlığı yemini edip 2 Kasım 1982’de veda konuşması yapan Kenan Evren’in, herkesin huzurunu kaçıran o berbat sesini daha eve girer girmez duyduğunda, “Bizi buldun seeen, bizi buldun di miii!” diye ağlamaya başlayan Mine Abla’yı olsa olsa, güzel anısıyla bizlerde yaşayan sevgili Aydın’ın duru, güzel sesi teselli edebilirdi diye düşündüm. Keşke dedim, Mine Abla, Filiz ve Ella üç gün sonra gitselerdi Türkiye‘ye.

5 Kasım 1982 akşamında Kenan Evren’in konuşmaya başlamasından kısa bir süre sonra televizyon yayınına korsan radyo vericisiyle bağlanmış, darbecilerin sesini kesecek olanın devrimciler olduğunu, umudun tükenmediğini herkese hatırlatmıştı Aydın: “Burası Özgür Türkiye’nin Sesi Radyosu. Size Devrimci Yol direnişçileri olarak sesleniyoruz.”[11]

Aydın’ın, 12 Eylül Darbesi sonrası yaptığı korsan yayınla, haberleri ekran başında Kenan Evren’e lanet ederek izleyenlere yaşattığı o sevinci Mine Abla da yaşasaydı istedim.

 

BURASI RADYO ŞARAMPOL

Şükran Yiğit

İletişim Yayınları, 2020

291 sayfa, 39 TL.

————————————————————————-

[i] Sesler yüzler sokaklar, Murathan Mungan.

[1] Suna, Emel ve Hasan Ankara Mon Amour romanının kahramanlarıdır. Şükran Yiğit, Ankara Mon Amour, İletişim Yayınları, 2003.

[2] Bir Genç Kız Yetişiyor, Betty Smith, Altın Kitaplar Yayınevi, Ocak 1967.

[3] Ana, Maksim Gorki, May Yayınları, Ocak 1974

[4] Panait İstrati, Minka Abla, Varlık Yayınları, Mayıs 1977.

[5] Haydar Ergülen, Karşılığını Bulamamış Sorular, Yeni Türkü Şiir Yayınları, Ocak 1982.

[6] Marianne&Leonard Words of Love, Documentary by Nick Broomfield, Dogwoof, 2019.

[7] Şükran Yiğit, « Burası Radyo Şarampol »de bahsettiklerini derinlemesine anlattığı web sitesinde « tirmis » başlığını açarken neden tereddüt ettiğini şöyle izah etmiş: « Çünkü tirmis bir çocukluk lezzetidir ve bütün çocukluk lezzetleri gibi içine içine çocukluk karışmıştır. O yüzden sonradan bilmeyene anlatılması çok zordur. » https://sukrany.wixsite.com/radyo-sarampol/r-v

[8] 1989’daki o geceyi Oya Baydar şöyle aktarır Brandenburg Kapısı’nda Ölüm’de:

“Gecenin rozeti mutlu gülümsemeyi takındım dudağıma. İnsan seline karıştım. Bir daha hiçbir şeyin hiç bir zaman eskisi gibi olmayacağını; bir daha hiç bir zaman kıpkızıl dalgalanan meydanlarda Enternasyonal’i otuz dilden söyleyerek, aynı sorunsuz inanç, lekesiz umut ve kuşkusuz güvenle yürüyemeyeceğimizi; birbirimize öyle tasasız, yalın, gururlu sarılamayacağımızı biliyordum artık. (…)

Henüz başındaydık, henüz kızıl yıldızlar görkemli kubbelerinden sökülüp yerlerde çiğnenmemişti. Yarı-tanrıların dev heykelleri, yüz yıldır intikam gününü bekleyen haçları, saliplerin ve sermayenin zafer çığlıkları arasında yerlerinden indirilip parçalanmamıştı. İnançlarımızla, hayatlarımızla, ölülerimizle kurduğumuz hayal dünyaları, iskambilden şatolar gibi birbiri ardına yıkılmamıştı daha. Çatlayan duvarın deliklerinden, çatlaklarından taşan bu yığınların, yanlışı düzelteceğini, eksiği tamamlayacağını korku dolu da olsa umutla bekliyorduk. Henüz kimliklerimizi ve belleklerimizi yitirmemiştik. Bir çarpışmayı kaybettiğimizi düşünüyorduk, savaşı değil.” Oya Baydar, Elveda Alyoşa, “Brandenburg Kapısı’nda Ölüm”, Can Yayınları, 1992.

[9] https://sukrany.wixsite.com/radyo-sarampol/g-k

[10] Bu alanın adı 1 Mayıs 1987’de Kreuzberg’teki ayaklanma sırasında tutuklanıp, hapishanede intihar eden politik tutuklu Norbert Kubat anısına Norbert-Kubat_Üçgeni olarak değiştirilmişti. Burası Radyo Şarampol’de, Mayıs 1988-Annem,Checkpoint Norbie ve Radyo Sansibar bölümünde anlatılan 1988 Kubatstan direnişiyle ilgili görseller: https://www.europeana.eu/en/item/09428/bildarchiv_foto1_kubat_galerie_pages_1369n_htm

[11] İstanbul Televizyonunda 5 Kasım akşamı ana haber bülteninde “Burası Özgür Türkiye’nin Sesi Radyosu. Size Devrimci Yol direnişçileri olarak sesleniyoruz.”  diye başlayan bir konuşma yayını keserek araya girdi. 10 dakika kadar süren bu yayının sonunda cuntanın anayasasına “hayır” oyu verilmesi çağrısı yapılmıştı. İstanbul dışındaki bazı şehirlerde de duyulan bu yayın dış basında da yer almış, 9 Kasım 1982 tarihli Fransız le Matin Gazetesi’nde yayına ayrıntıyla yer verilmişti. Cemalettin Canlı, Devrimci Bir Balet, Aydın Erol Kitabı – Merhaba Yavuz, Nota Bene Yayınları, 2018.

 

Paylaş:

Benzer İçerikler

Yoksulluğun dibindeki gecekondu kadınlarını da betimledi, her şeyde kullanılan bir eşyadan farksız konak hizmetçileri ve beslemelerini de… Baskıcı “Aile reisleri”ni hiç sevmedi. İç dünyaları keşfedilmeye değer görünmeyenler onun usta kaleminde hayat buldu. Füruzan kocaman bir pencere açtı dünyaya. 
Türkiye’de feminizmin adının henüz anılmadığı yıllarda kadın yazarların eserlerinde feminist duyarlılık güçlü şekilde hissediliyor. Sosyolog Duygu Çayırcıoğlu’nun kaleme aldığı “Kadınca Bilmeyişlerin Sonu”, bu duyarlılığı görünür kılmayı amaçlıyor.
İçeriklerimizi kaçırmamak için e-posta bültenimize ücretsiz abone olun!