Filmin, daha çok sevdiğim iki orijinal adı vardır; “Made in Dagenham” (Dagenham Yapımı) ve “We want sex!” (Sex isteriz!). Film her yaştan kadının bisikletlerini sürerek ve yürüyerek bir fabrikanın onlar için açılan büyük avlu kapısından söyleşe söyleşe geçişi ile başlar. İşçi kadınlardır belli ki, tertemiz ve güzel giyinmişlerdir ama “mütavazi”dir (!) entarileri. Saçları özenle dönemin modasına göre taranmış neşeli, pozitif kadınlardır gördüğümüz. Görüntüye eşlik eden film müziği Desmond Dekker – Israelites adlı şarkısı[i] sabahın köründe kalkıp ekmek kazanmak için köle gibi çalışmaktan bahseder. Aynen bu kadınların yaptığı gibi. Kadınların sesleri ve film müziği yavaşça kaybolurken Ford’un zamanında büyüklüğü, iyi işlemesi, orada ürettiği araçlarla övündüğü reklamı izlemeye başlarız. Bambaşka bir dünyaya geçeriz; zengin (!), ihtişamlı bir dünyaya. Böylece film daha ilk dakikalarında bize neden bahsedeceğini fısıldar.
Reklam, sınıf ve cinsiyet ayrımcılığını besleyen öğelerle doludur. Örneğin, sanki kadınlar 1960’larda araba kullanamıyorlarmış, sanki dünyada uzun mesafeli ilk otomobil sürüşünü gerçekleştiren Bertha Benz değilmiş gibi, bu reklamdaki kadınlar arka koltukta ya da ön koltukta sürücünün yanındadır. Direksiyondaki adam pek bir şeye benzemez ama araba o kadar güzeldir ki, kadınlar bu adamı okşar(!). Bizim daha önce gördüğümüz kadınlar, bu arabaların döşemelerini diken makineciler diye adlandırılan işçilerdir. Ford’un ayrımcı öğelerle dolu reklamında başarısı (!) ile övündüğü İngiltere, Dagenham’daki bu fabrikada 55 bin erkek, 187 kadın işçi çalışmaktadır. Bizim öyküsünü izleyeceklerimiz ise Ford’un o ihtişamlı dünyasını yerinden oynatacak makinecilerdir.
Makineciler fabrikanın damı akan, yazın sıcaklarda kaynayan, kışın soğukta donan en kötü atölyesinde çalışırlar. Fabrikada vasıflı işçi oldukları halde vasıfsız işçi diye tanımlanırlar. Böylece şirket onlara erkek meslektaşlarından çok daha az maaş verebilir. Sendika yöneticileri kendi çıkarlarının peşindedir. Sonradan edindikleri sosyal statüyü ve getirilerini pek sevdiklerinden kadınların maaş artışı da iş yeri koşullarının iyileştirilmesi umurlarında değildir. İşte orada Rita “Biz hiç grev yapmadığımız için bu böyle der” ve ücretli emek tarihinde mihenk taşı niteliğindeki grevlerden biri başlar. Yüreklerinin, bileklerinin hakkıyla kazanacaklardır. Üstelik yaptıkları grev, Birleşik Krallık’ta 1970 Eşit Ücret Yasası’nın kabul edilmesini sağlar.
Filmin öyküsü özenle örülmüş yüzlerce küçük ama çok önemli ayrıntıyla güçlendirilmiştir. İlk bakışta yalnızca zengin sermaye sahibine karşı hak arayışındaki işçilerin öyküsü gibi gözükse de bu film aynı zamanda dar görüşlü, kendi çıkarını düşünen güç meraklısı erk’ek sendika önderlerine ve çok benzeri tanımlayabileceğim politikacılara karşı da kazanılmış bir hak kazanımı öyküsünü anlatır. Hem de farklı sınıf ve statüden kadınların dayanışması ile. Bu film ile Türkiyeli kadınların kendileri arasındaki bağı görmesi çok kolaydır. Başka bir deyişle bizlerin nerede nasıl çalışıyor olursak olalım yaşadıklarımızın bir kopyasını 1968 İngiltere’sinden izleyebiliriz bu filmde. Dudaklarımıza konduracağı gülücük, yüreğimizi dolduracak umut da garantili…
Filmin yalnızca öyküsü, senaryosu değil, kendisi iyidir. Sinemanın tüm elemanlarını, anlatmak istediğini iyi anlatabilmek için iyi ve doğru kullanmıştır. Karakter örülümü, dönemi ve atmosferi harika yansıtan dekoru, kostümü, saçı, makyajı, görüntü yönetimi ve kurgusu ile. Oyunculuklara gelince; oldukça ünlü oldukları halde, bu filmde onların asıl isimlerini ya da diğer işlerini hatırlamak zordur. Filmin iyi kurulmuş atmosferinin içinde onlar o kişilerdir.
Bir grev nasıl başarıya ulaşır: Altı Kadın Bir Erkek
Farklı sınıf ve statülerden kadın dayanışması hikayesi demiştim. Filmde öne çıkan birkaç karakterden bahsetmek istiyorum. Bu kadınlardan makineciler işçi kadınlardır. Oturdukları mahalle, işçiler için inşa edilmiş mahalledir. Eşleri kanepede iş gününün yorgunluğunu atmak için kestirirken ya da mahallenin birahanesinde iki bira içerken ev işlerini gören de yemek pişiren de çocuklarla ilgilenenler de onlardır! Akıllı, kibar, düşünceli, iyi yürekli, çok çalışkan, birbirlerini destekleyen hayat dolu kadınlardır. Filmin başında toplumun kendilerine biçtikleri rolleri çok güzel oynarlar, direksiyonun başına geçmeleri gerektiğinin henüz farkında değillerdir.
Makinecilerden kuzu kadar sakin, iyi eş (!), iyi anne (!), iyi işçi Rita O’Grady (oynayan Sally Hawkins), başlangıçta çekingendir. Onun yaşadıkları filmin odak noktasıdır. Grev sürecinde ikna edici, kendine güvenen bir lidere dönüşecek ve ücret eşitliği mücadelesinde sembolik bir figür olacaktır. Çekingenlik, inançsızlıktan aktivizme kadar uzanan kişisel gelişimi, birçok feminist eylemin merkezinde yer alan aydınlanma- güçlenme anlatısını yansıtır.
Bir diğeri Connie (oynayan Geraldine James), fabrikadaki başka bir işçidir. Rita’nın annesi olabilecek yaştadır. Fabrikadaki diğer makinecilere iş öğretmenin yanı sıra (resmi olmasa da) sendika temsilcidir. Erk meraklısı sendikacılarla yaşadığı yılgınlıklar ve kocasının savaştan kalma travma sonrası stres bozukluğu sırtında büyük bir yüktür. Rita’yı destekler. Ne yazık ki kendi yenilgilerinin yorgunluğunu da aktarır ona ama yine de direnç ve dayanışma göstererek harekette çok önemli bir rol oynar. Connie, önceki kadın işçi nesillerinin yaptığı fedakarlıkları ve hak mücadelesinin süregelen hikayesini de filmde temsil eder.
Andrea Riseborough’un oynadığı Brenda, genç makinecilerden biridir. Hem greve hem de çalıştıkları atölyeye enerji, gençlik coşkusu katanlardandır. Kendisi gibi eşitlik mücadelesinin aynı derecede önemli olduğu genç nesli temsil ederken nesiller boyunca devam eden değişim ihtiyacını filmde görünür kılan karakterlerdendir. İşini severek özenle yapar. Eli oynaştayken bile aklı işindedir. Albert’ın doğum günü kutlanırken Brenda’nın arabanın arka koltuk sahnesi işine ne kadar değer verdiğini oldukça eğlenceli aktarır.
Jaime Winstone’un canlandırdığı Sandra, meslektaşlarından farklı durur. Kendine özgü görünümü ve tarzıyla dikkat çeker. Model olmayı hayal eder, çalışmak zorunda ve Dagenham’lı olduğu için o atölyededir. Karakteri, greve katılan kadınların farklı hayallerini de yansıtır. Üstelik bize filmde “işte bu kadar!” dedirtenlerin de başında gelir. Özellikle grev kırdırmak için ona önerilen modellik işinde yaptığı ile bana dedirtmişti.
Bu dört kadın karakter makinecilerin o tarihi grevini pek güzel temsil eder filmde.
Gelelim o numunelik bir erkeğe. “Made in Dagenham”da Bob Hoskins’in canlandırdığı Albert, bir sendika temsilcisi ve Ford Dagenham fabrikasındaki kadın işçilerin müttefiki olarak çok önemli bir rol oynar. Çünkü sendikadaki çalışmasının altında yatan kendi kişisel çıkarı değil, hak ve adalet arayışıdır. Yanlış hatırlamıyorsam filmdeki kadınlara saçma sapan tek bir laf bile etmemiş tek erkektir. İyi yürekli, eşitlikçi kadınların hak arayışı mücadelesinin öneminin farkında olabilecek kadar akıllıdır.
Diğer sosyal sınıf ve statülerden kadınlara gelince; İlki filmdeki “Pes etme!”[ii] monoloğu ile gönlüme taht kuran Lisa (oynayan Rosamund Pike). Lisa üniversitede tarih okumuş çok akıllı bir kadındır. Ford Dagenham fabrikasının yöneticisi ile evlidir. Ünlü markalı elbiseleri giyebilir. Dünyada olan bitene meraklı ve olanlar arasında bağ kurabilen bir kadındır. Aslında bugün bizlerin (bizlerden kastım emek mücadelesi veren herkes) yaşadıkları sıkıntıların süre gelen kaynağını çok güzel ifade ettiği bir yemek sahnesi vardır ki, bu adamlar neden bu kadar ahmakça güç delisi dedirtir.
İkincisi ise dönemin İstihdam ve Verimlilikten Sorumlu Devlet Bakanı Barbara Castle; “Made in Dagenham”da yetkin ve etkili bir siyasi figür olarak tasvir edilir, ancak o bile ağırlıklı olarak erkek egemen ortamda kadın olduğu için saçma sapan şeylerle karşı karşıya kalır. Karakteri, 1960’larda güçlü konumdaki kadınların yaşadığı daha geniş cinsiyet önyargılarını ve mücadelelerini incelikli bir şekilde yansıtır. “İşte bu kadar” dedirten bir diğer yan karakteridir filmin.
Filme Lisa ve Barbara gibi karakterlerin dahil edilmesi kadın hareketinin kesişimselliğinin anlatımı işlevini görür. Aynı zamanda farklı sosyal katmanlar ve profesyonel roller arasındaki dayanışmanın ne kadar büyük bir fark yaratacağını da kanıtlar.
Bizi kızdırmaya lütfen devam edin de biz de dünyayı yerinden oynatalım.
Bu karakterlerin hepsinin ortaklaştıkları ise; sanki kendileri düşünemiyorlarmış gibi erk’ek-lerden sürekli bildikleri konular üstüne açıklamalar işitirler (mansplaning). Kendilerini ifade edemezlermiş gibi onların yerine erk’ek-ler konuşur. Örneğin, sendika yöneticisi Rita’ya fabrika yönetimi ile kadınların çalışma koşullarının konuşulacağı toplantı öncesi açıkça “Sen bir şey söyleme, ben onayladığımda yalnızca başını salla” der. Bir başka örnek, Barbara altında çalışan memurlardan olanı biteni (sanki kendisi farkında değilmiş gibi) defalarca işitir. Başka bir deyişle, hepsi bu haddini bilmez erk’ek-ler tarafından o kadar çok aşağılanır, kızdırılır ki, direksiyonun başına geçer ve dünyayı yerinden oynatırlar.
1968’de olanları anlatan 2010 yapımı film sizce de hâlâ güncel değil mi?
Filmin bizlere ve umarım daha nice nesillere aktaracağı bu hikâyenin kadın işçi tarihindeki yeri çok büyüktür. Bunlardan bazıları: Grev, cinsiyetler arası ücret eşitsizliği konusunda farkındalığın artırılmasında önemli bir rol oynamıştır, hâlâ da oynuyor. Dagenham kadınlarının cesareti ve kararlılığı, çeşitli sektörlerdeki diğer kadınlara eşit ücret ve daha iyi çalışma koşulları talep etme konusunda ilham vermiştir. Daha önce 1970 Eşit Ücret Yasası’dan bahsetmiştim. Bu yasa, Birleşik Krallık’ta aynı veya eşit değerdeki iş için kadın ve erkeklere farklı ücret ödenmesini yasa dışı hale getirir. Eylemleri cinsiyet ayrımcılığına karşı direnişin sembolü haline geldi ve dünya çapında benzer hareketleri alevlendirir.
Bizdeki kadın hareketi tarihine bir anlamda ışık tuttuğunu düşünürüm filmin. 1960’lardan beri aktif olan arkadaşlarımızın kesişen bir öyküsü vardır. Çalıştıkları sol örgütlerde sıkça, “sen konuşma! Ha tabi bildiri dağıtabilirsin ama burada sen çayı yap” gibi cümleler duyarlarmış. Yani onlara da sanki onlar düşünemiyor, bilgiler arasında bağdaşıklık kuramıyormuş gibi davranırlarmış, işçi sınıfı hareketine katkıları çok büyük olduğu halde. Ayak işleri, ev, bakım işleri gibi kadına yapıştırılmış işleri gördüklerinde sorun yokmuş ama düşüncelerini paylaştıklarında ağızları kapatılırmış. Bu artık 1980’lerde canlarına tak etmiş ve bugün dünyanın da en güçlü feminist hareketlerinden biri olan bağımsız kadın hareketini başlatmışlar. Tıpkı Dagenham’daki kadınların kendi grevlerini başlatmaları gibi. Ben, Dagenham’da, Türkiye’de, dünyanın yüzlerce bucağında, benden önce gelen kadınların temizledikleri yolda yürüme ayrıcalığını yaşayan kuşaklardan biriyim.
Umarım bir iki dikenin taşın bu yoldan atılmasında da benim de bir rolüm olur. İşte bu yüzden erk’ek-lerden ricam; lütfen bizleri kızdırmaya devam edin. Sanki bizim aklımız ermiyormuş gibi cümleler kurun, aynı soruyu farklı kelimelerle tekrar tekrar sorun. Ortama yeni gelin, ama çöplüğün horozu sanın kendinizi. Sanki biz yapmamış gibi “ben bu işin aslını öğrendim” diye başlayan cümlelerle bizim anlattığımız şeyleri bizlere tekrar anlatın. Bu arada ne kadar salak gözüktüğünüzün de lütfen farkına varmayın. Biz de dünyayı yerinden oynatalım.
Filmin Künyesi:
Yapımcı: Elizabeth Karlsen, Stephen Woolley
Yönetmen: Nigel Cole
Senaryo: William Ivory’nin
Görüntü Yönetmeni: John de Borman
Kurgu: Michael Parker
Müzik: David Arnold
[i] Şarkının tamamını dinlemek isterseniz https://www.youtube.com/watch?v=HA1ZRIQuHy4
Şarkının sözlerine bakmak isterseniz https://www.songtexte.com/songtext/desmond-dekker-and-the-aces/israelites-53c4af4d.html
[ii] Eğer bu filmi çoktan izlediyseniz ve yalnızca bu sahneyi hatırlamak isterseniz https://www.youtube.com/watch?v=Rv2hRfqlJaE