Antakya Merkez ve Defne, depremin en çok hasar verdiği yerlerden; pek çok sokağa giremiyorsunuz. Girebildiğimiz sokaklarda ve toplanma yerlerinde kadınlarla konuşuyoruz.
İçlerinde hastalar da var, kimileri yaralı. Herkesin ortak derdi yardımın gelmemesi veya geç gelmesi… Konuşmaya da çekiniyorlar, biz de haber yapmaya utanıyoruz, kadının ağlamaktan göz pınarları kurumuş, ona yanaşamıyoruz bile ama bu yaşananların da kaydının tutulması gerekiyor bir yandan. “Görevli mi?” diyor birisi, “Biz burada görevli, muhatap, devlet… Hiçbir şey görmedik. Adamın kolu kırık, kapıdan geri çeviriyorlar.”
Yaşlı bir kadın şöyle yakınıyor: “Ciğer filan her şey komple gitti bende, nefes açıcı sıktılar, ilaçlarım cebimde; Ankara’dan, Çankaya’dan, Çanakkale’den özel arabayla getirttik.”
Bazıları anlatma ve kendini ifade etme derdindeyken kimilerinin hiç konuşacak hali yok, “Teyze konuşma, kızlar korkuyor” diye uyarıyor biri diğerini.
Depremin dördüncü gününde ancak ekiplerin gelip bir şeyler yapmaya başladığını anlatıyorlar. Ama mahallenin muhtarı tek başına ilk günden beri yanlarındaymış, kendi imkânları ile yoğurt ve zeytin dağıtmış.
Pazartesi de gelmediler, salı da gelmediler…
Enkaz altlarında hâlâ canlı insanların olduğunu ve daha dün akşam kurtarma ekibinin birine müdahale ederek çıkardığını söyleyen kadın, “Öldürmeyen Allah öldürmez ama daha önce gelselerdi binlerce kişi kurtarılırdı. Pazartesi de gelmediler, salı da gelmediler. Öbür tarafları bilmem ama burası çok ihmal edildi, çok bekletildi çok” diye başını sallıyor.
Hemen herkesin bir kaybı var. “Çok şükür biz sağ kurtulduk ama kaynım, kardeşimin çocuğu, halam, teyzemler öldüler” ya da “Enkaz altındalar, hâlâ bekliyoruz” diyenlerin sayısı çok yüksek.
Burada en temel sorunlardan biri de yaralıları taşıyacak ambulanslara erişememek. Zamanında müdahale yapılmadığı için ölen yaralılar da var:
“Kadını çıkarttılar. Birinci katta oturmuş kirada, düştü. Burasından kırılmış (eliyle ayağını gösteriyor), yürüyemedi. İki genç taşıdı, getirdi Armutlu Migros’un yanında. Yemin ederim beş defa telefon açtılar, bir ambulans gelmedi. Evin sahibi bez kaldırdı, koydu, ısıttı, koydu ısıttı, kaldırdı. Akşama doğru ‘Kardeş odun kırıyorsun, bak kırma, kadın yatıyor’ dedi. ‘Burada kadın mı var?’ Baktı, açtı. Kadın ölmüş. Telefon açtılar abisine, gelip aldı. Cenazeyi akşama doğru aldılar. Yollar kapalı diye…”
Bu arada gönüllülerin gönderdiği yemekler tırlarla gelmişti, sağ kalanların boğazlarından bir şeyler geçebilecek, geçebilirse tabii. Fakat yiyip içme derdinde değil kadın, kurtarılabilecekten göçüp gidenleri düşünüyor: “Her şey yemek içmek değil. Tamam, onlar da bir ihtiyaçtır. Battaniye lazım, bilmem ne lazım. Ama kurtarma ekipleri önemli, o insanların varlığını sen bile bile…”
Geç gelen yardımlar hepsinin ortak derdi; hele yardım geldikten sonra, bazı insanlar aradan üç dört gün geçtikten sonra kurtulduklarında, çaresizlik öfkeye dönüşüyor. “Keşke…” ama keşkesi yok. Nişanlısı hâlâ enkaz altında, sağ mı belli değil, bütün umutları o yönde:
“Daha önce gelselerdi bunlar. Üç binada insanlar toplanırdı. Kaç can var burada Allah bilir. Allahlarından korksunlar. Tuvalet gelecekti ya. Bizzat konum verdim. Kaç tuvalet… Temizlik aletleri. Temizlikçiler. Bak şu hale, hastalık, her taraf bok ya, her taraf bok! Bizzat konum gönderdim ya. Yok. Üç gündür nerede bunlar? Geçemiyorlar mı? Adam diyor ki, sakat adam ya, ‘Biz ta nerelerden geldik, bizi durdurdular geçirmediler.’ Kesinlikle yol yok demişler burası için. Ondan sonra adam kendi çabalarıyla gelmiş. Allah razı olsun, bu insanların hürmetine duruyor bu dünya. Birilerini Antalya’ya yönlendirmişler. Antakya diye… Allah’ından bulsunlar. Bu canların vebali hepsi inşallah hepsini yakar.”
Öfke büyük, kimin ne yapıp yapmadığı ise çok açık bir biçimde görülüyor. Belediyeden de şikâyetçi kadınlar, bu süre içinde onların da varlık göstermediğini söylüyorlar.
Acı çekmediler bari
Evlerin hepsi yıkılmış, yıkılmayanlar ise oturulacak durumda değil, kimi binalar birbirlerine yaslanarak yıkılmışlar. Binalardan çıkma hikâyeleri apayrı, o anı şöyle anlatıyor kadın:
“Ben yatak odasında yatıyorum. 4’üncü katta oturuyorum. Yan bina tamamen sıfırlandı yere. Öyle olunca, üç bina yan yana ona herhalde meyillendi. Onunki de bize meyillendi. Üç kat şimdi bir tane oldu girişimiz, dokunduğun an bina gidiyor. Yani bina havada kalıyor.”
“Bizimkini görsen, yarısı kalmış, yarısı gitmiş, bahçe içinde iki katlı bir binaydı. Burada hiçbir binada oturulmaz artık” diye durumu özetliyor.
İnsan soru sormaya korkuyor, bir kadın arkadaşla konuşurken “Kaç kişi çıkabildiniz, kaç kişisiniz?” diye sordum, kadın ağlamaya başladı, “Bu hayatta tanıdığım hiç kimse yok artık.”
Migros’un yanında çöken binanın içinde arkadaşının kızının göçükte kaldığını anlatıyor, kızın annesi diğer kızlarını görmek için İstanbul’a gitmiş, o annenin yaşadıklarını düşünüyorum bir an için… Kadının bahsettiği binadan iki gün önce sesler geliyormuş, 10 kişi varmış enkazda, hepsinin ismini teker teker kayıt etmişler. AFAD ekibi gelmiş, “Burada hayat yok” demiş, gitmiş. Ekibin önünü kesti mahalleli, zorla çalıştırdılar, onlara bir süre sonra inşaat işçileri de eklendi, İlhami diye bir kişiyi kurtardılar. Böyle kurtarılma hikâyeleri olduğu gibi uzman ekip yetersizliği, ihmal, yetişememe hallerinden kaynaklı olarak pek çok hayatın enkazda sönüp gittiğine de tanıklık ediyorsunuz.
İşte bahsettiğim bu enkazdan kurtulan adamın kızının konuşmasına şahit oluyorum, kıpkırmızı gözlerle, dönüp dönüp şunları söylüyor: “İçim çok rahat. Annemle kız kardeşim anında ölmüşler. Can çekişmediler. Acı çekmedikleri için rahatım. Bir babam kaldı, onu da ben yanıma alırım zaten.” Ölümüne değil de acı çekmeden ölmeye bile razı gelmeye başlamış insanlar. Söyleyecek söz bulamıyorum.
Ya gittiğimizde ortada kalırsak?
Kadınlarda travmaya bağlı psikolojik bozukluklar da oluşmuş, birinde panik atak var örneğin, nefes alamıyor, birine depremden sonra bir titreme gelmiş, elleri devamlı titriyor, başkasının ise bir parmağı bükülmüş kalmış, açılmıyor, açmaya çalışıyor, tekrar eski halini alıyor.
Depremin 4’üncü gününde sokakta yaşayan, konuştuğum insanların bir bölümü başka şehirlerdeki akrabaların ve eş dostun yanına gitmeyi düşünüyorlar. Fakat şehirde bulunmak dert olduğu gibi ayrılmak da başka bir dert. Neyle, nasıl gidecekler? Kimileri yardım paketleri getiren, boş giden tırlara binip gittiler, bu konuda anonslar geçiliyor, “Boş gidiyoruz, şuraya gitmek isteyen var mı?” diye. Bunların sayısı o kadar da fazla değil ama… Herkes her araçla gidemez tabii… Bir de ailece gitmek isteyenler var, her ailede en azından beş kişi oluyor. Benzin sıkıntısı da hâlâ devam ediyor.
“Şu otel şu kadar kişiye şu kadar odasını açtı”, “Şu sitede şu kadar depremzede barındırılacak” gibi haberler de konuşuluyor, fakat kadınların çoğu “Ya doğru değilse, ya gittiğimizde orada da ortada kalırsak” diye korkuyorlar. Bu da çok haklı bir korku.