Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Vedat Işıkhan, geçtiğimiz günlerde 1 Mayıs hakkında konuştu. “1977 yılında Taksim’de kaybettiğimiz 34 işçimizi, emekçimizi rahmetle yad ediyorum” dedi. Devam etti: “Ancak Taksim’de hayatlarını kaybeden emekçilerimizin isimlerini bile hatırlamayanların, onların aziz hatıralarını kullanarak, bu alanda kitlesel kutlama inadı, 1 Mayıs’ın dayanışma ruhunu zedelemektedir.” Ekledi: “Bildiğiniz gibi, 1 Mayıs’ta kaybettiğimiz canlarımızı Taksim’de anmak için sendikalarımıza, sınırlı katılımlarına izin verilmektedir.”
Her ne kadar 1 Mayıs’ta Taksim ısrarında olanları “1 Mayıs’ı huzursuzluk gününe çevirmek isteyen, bu bayrama leke düşürmeye çalışan birtakım marjinal gruplar” olarak tanımlasa Işıkhan’ın susmadan konuştuğu bu cümlelerinde önemli bir ayrıntı var: Hatırlamak!
İstanbul 1 Mayıs’ı için sendikaların Taksim açıklaması yapmasının ardından bakan ve valilik cephesinden “yasak” açıklamaları gelse de bu sene Taksim’in yeniden kitlesel bir 1 Mayıs inadının merkezi olacağı görülüyor. Bu inat ve bu mücadele yeni değil. Ve bakanın 1977 1 Mayıs’ında yaşamını yitirenler sayısını* çarpıttığı gibi bu mücadeleyi çarpıtması da şaşırtıcı değil.
Bu durum karşısında hatırlamaya, hafızaya ihtiyacımız var. Kuşkusuz çok sayıda özgür basında bu konuda hatırlatacak yazılar var ve bu sene de yayımlanacaktır. Bu yazıda da bu hatırlama eylemi içerisinde kadınların hafızasına şöyle bir bakmak amaçlanmıştır.
1977 Kanlı 1 Mayıs’ından hayatta kalan Ayşe (Düzkan) ve Kumru (Başer), Taksim yasağının delindiği 2009’da “Feministler” olarak alana girdiklerinde nasıl birbirlerine sarılıp ağladıklarını anlattılar. Aynı zamanda 2007’den itibaren feministler olarak Taksim yasağının kalkması için verilen mücadelenin bir parçası olarak neler yaptıklarını da… Filiz (Karakuş) ve Hasbiye (Günaçtı) ise 2007’de neden feministler olarak biraraya gelip “Feministler” pankartı ile alanda olmaya ihtiyaç duyduklarını, nasıl ilk gaz yediklerini…
Sözü onlara bırakıyoruz:
Ayşe: “Olayı tam kavramamız ertesi günün gazeteleri ile mümkün oldu”
1 Mayıs’ın Taksim’de ilk kez kutlandığı 1976 ve 1977’de lisedeydim ve Dev-Lis’e gidip geliyordum. Mitingden önce dernek binamızda sohbet toplantıları oldu, yine liseli olan arkadaşlar 1 Mayıs’ın tarihini, anlamını anlattı. Dövizlerimizi, pankartımızı orada kendimiz hazırladık. İlk yıl çok güzel geçti. 1977’ye de öyle hazırlandık. Kutlamadan önce iki farklı sol odak arasında gerilim olduğunu bizler de biliyorduk. Zaten fraksiyonlara dair tartışmalar solla tanışan herkesin ilk öğrendiği şeydi. Saraçhane’den yürüdük, büyük bir coşku vardı. Hem günlerdir dernekte konuşmaktan hem slogan atmaktan hem de yürüyüş sırasında özenip içtiğim sigaralar yüzünden sesimin kısıldığını hatırlıyorum. Saldırının olduğu anda alana yeni giriyorduk ve Sular İdaresi’nin hemen altındaydık.
Şunu da söylemek gerek, çok fazla çatışma olan bir dönemdi, silah sesine aşinaydık, hatta alandaki çoğu insan silah kullanmayı da biliyordu. O yüzden silah sesi duyunca hemen tanıdık. Bir an için haftalardır yapılan propaganda yüzünden “Maocular”ın ateş etmiş olabileceğini düşündüm. Ama başımı kaldırdığımda Sular İdaresi’nin üzerindeki silahlı adamları gördüm. Dağıldık, koşmaya başladık, düştüm, insanlar üstüme basarak koşuyordu. Sonra bir “abi” beni kaldırdı, alanı çevreleyen çimenlere ulaştık, yere yattık. Biri askeri, biri sivil iki araç üzerimize ateş açarak alanı dolaştı. Onlar gidince ayağa kalktık, tanımadığım insanlar vardı etrafımda. Kazancı tarafına yürüdüm. Orada yerde yatan, kan içinde insanlar vardı, meydanın ortasındaki otobüs duraklara sığındım yine tanımadığım insanlarla, ama durağın camları mermilerle kırılıyordu, önümüzden vızır vızır kurşunlar geçiyordu. Orayı da terk ettim. Gümüşsuyu’na inen yolun orada arkadaşlarımı gördüm. Aşağıya yürüdük, orada bir otobüse bindik, hiç konuşmuyorduk, ne olduğunu tam anlamamıştık. Herkes bana bakıyordu, sonradan bir aynada yüzümdeki çizikleri, üstümdeki otları, toprağı görünce sebebini anladım. Gözaltılar vardı, çok dikkatli davranarak geç vakit eve vardım. Annem babam da alandaydı, onlar Gezi Parkı civarındalarmış, beni ve İKD kortejinde olan ablamı çok merak etmişler, çok disiplinli bir kadın olan annem iki gün okula gitmememe izin verdi. Olayın tam kavramamız ertesi günkü gazetelerle mümkün oldu.
1987’deki Emek Sineması kutlamasından sonraki yıllarda sokağa çağrı yapıldı. O yıllarda gece çalışıyordum ve gündüz eyleme gitmeye şartlarım uygundu. 12 Eylül’ün üzerinden çok zaman geçmemişti, insanların sokakta vurulması kanıksanmıştı maalesef. Biber gazı, plastik mermi yoktu henüz, polis copla dövüyor ya da kurşun atıyordu. Ayrıntılar zihnimden silinmiş, Mecidiyeköy’de bir köşeye sıkıştırıldığımızı, akşam işyerine gittiğimde Mehmet Akif Dalcı’nın öldürüldüğünü öğrendiğimi hatırlıyorum, ertesi yıl ise Gülay Beceren’in vurulup felç olduğunu… Hangi yıldı hatırlamıyorum ama 12 Eylül sonrası Maltepe’deki ilk yasal 1 Mayıs kutlamasına feministler olarak ayrı pankartla katıldık. Mete Sönmez’in kürsüden bizi anons ettiğini, o anki heyecanımızı hatırlıyorum. Siyasal iklim her türlü değişiyordu.
Ben 2007-2008 ve 2009’da feministlerle birlikte olmadım, genel kortejle yürümeye çalıştım. Biraz da gazeteci olarak çalıştığım için. Ama bağımsız bir hareket olarak feministlerin ayrı pankart açması gayet normaldi, önceki 1 Mayıs’lardan birinde “Ezilenlerin de kölesi, yoksulların en yoksulu” pankartıyla yürüdüğümüzü hatırlıyorum. Bu slogan her şeyi açıklıyor zaten, bence. 2009’da Çağlayan, Kağıthane, Okmeydanı tarafından gelen otobüsleri Mecidiyeköy’de boşalttılar, bir yere gidemeyelim diye ama tam aksi oldu, büyük bir kortej olduk ve gaz yediğimizde durarak, biraz ilerleyip tekrar durarak, Taksim’e vardık. Korteji, öndeki arabadan yönlendiren Süleyman Çelebi’yi anmamak olmaz. Sonunda alana ilk giren grubun içinde vardım, heykelin orada çocukluk arkadaşım Kumru Başer’le karşılaştık, birazcık ağladık, niye ağladığımızı soran gençlere 1977’de orada olduğumuzu söyledik. “Biz o yıl doğmamıştık bile” dediler. 1 Mayıs mücadelesini Taksim meydanıyla sınırlı görmemek gerek. O, aynı zamanda emeğin özgürlük mücadelesi, işçilerin birliğinin sermayeyi yenebileceği fikri demek, kuşaktan kuşağa geçmesi çok güzel.
Bir de 1 Mayıs’a dair bir anımı paylaşmak istiyorum: 1987 önemli bir yıldı, feministler ve şimdiki adıyla LGBTİ+’lar örgütleniyordu. 1 Mayıs’ta, bir grup trans açlık grevi yapıyordu, Emek Sineması’nda kutlanacak olan 1 Mayıs etkinliğine bir mektup yazmışlardı, Emek’e gitmeden önce Handan Koç’la açlık grevcilerini ziyaret ettik, mektubu aldık. Ama okunmasını sağlayamadık, bize açıklama bile yapmadılar, güldüler sadece, mektubu da geri vermediler. Altı aylık hamileydim, öyle olmasa mikrofonu ele geçirmeyi denerdik. Ortam da çok iyi değildi. Ayakta duramayacak kadar sarhoş olan Can Yücel ile Yalçın Küçük tartıştı falan. İki hafta sonra, 17 Mayıs’ta, feministlerin ilk sokak eylemi olan Dayağa Karşı Yürüyüş yapıldı, iki trans kadın konuşmacılar arasındaydı. Nereden nereye, değil mi?
Kumru: “Gemi hareket etti ve bir ses… ‘Günlerin bugün getirdiği…’”
Benim için 1 Mayıs Taksim’den ayrılamaz. Bunda elbette 1977 yılında hayatımın ilk 1 Mayıs’ında Taksim’e çıkmamın, yani Taksim’le ‘damgalanmış’ olmamın rolü var. Çünkü o 1 Mayıs sadece -daha çok hatırlandığı gibi- “karanlık güçlerin” onlarca insanı katlettiği bir gün değildi. Türkiye işçi sınıfının gerçekten zincirleri kıra kıra geldiğini, dostun düşmanın bildiği bir gün olarak başlamıştı. O gün ve sonraki yıllarda yaşayacağımız birçok dizginsiz saldırının sebebi de zaten o günün en önemli sloganında yatıyor: “DGM’yi ezdik, sıra MESS’de…”
1976 yılı Eylül’ünde, Ankara’da Siyasal Bilgiler Fakültesi’ne kaydımı yaptırmaya gittiğim sıralarda, üye sayısı yarım milyona ulaşan Devrimci İşçi Sendikaları, hükümetin Devlet Güvenlik Mahkemeleri’ni (DGM) kalıcılaştırma planlarına karşı üç günlük büyük bir yas eylemi yapmış, on binlerce işçi iş bırakmıştı. O gövde gösterisi, parlamentodaki muhalefeti de hareketlendirince DGM yasa tasarısı meclisten geçemedi. İşte o oylamayı meclisin dinleyici sıralarından babamla birlikte ben de heyecanla izlemiştim. DİSK, Türkiye siyasetine yön veren bir aktör olduğunu kanıtlamıştı. İşte 1977’de işçi sınıfı ve müttefikleri 1 Mayıs’a böyle yüksek bir moralle gidiyordu.
Babamla o sabah erkenden çıkıp Barbaros Bulvarı’ndaki kortejlerimize katılmak üzere Üsküdar’dan vapura bindik. O Yazarlar Sendikası ile yürüyecekti, ben Dev-Genç ile. Vapur belki Gezi günlerinden hatırlayacağınız gibi tıklım tıklım doluydu. Beyaz gömlekli, bayramlık kıyafetleri, ıslatılıp taranmış saçlarıyla ciddi yüzlü işçiler. Gemi hareket etti ve bir ses “Günlerin bugün getirdiği…” diye 1 Mayıs marşını başlattı. Bir anda vapurdaki herkes marşa katıldı, ses büyüdü. Sosyalist bir ailede büyümüştüm ama böyle anlar insana vuruyor. Babamla birbirimize bakmaktan kaçınarak gözyaşlarımızı gizlemeye çalıştık. 1 Mayıs benim için hep o ana ve o anın duygusuna da bağlıdır.
Sonra olanları herkes biliyor. Yarım milyon insan o alana girdik. Üzerimize ateş açıldı. Damlardan, yokuşlardan kaçtık. Ezildik, öldük, yaralandık, sevdiklerimizi kaybedip perişan olduk. Fakat ille de Taksim’e bağlandık. Verilmiş bir söz. İçilmiş bir ant gibi. 12 Eylül’ün kaçak göçek yasak günlerinde bile 1 Mayıs’ta alandan geçip içimden marş söylemişliğim vardır. Hani feministlerin “Umutsuzluğa düşersen bu kalabalığı hatırla” dövizi var ya, biraz onun gibi.
Biz o dönemi birlikte yaşamış bir grup arkadaş, uzunca bir zamandır her yıl 1 Mayıs sabahı, erkenden Feriköy mezarlığının önündeki bir kahvede buluşup 1 Mayıs 1976’da vurulan Ali Fuat Okan ve 13 Aralık 1980’de işkencede katledilen Behçet Dinlerer arkadaşlarımızın mezarlarını ziyaret ediyor, sonra Taksim’i zorluyoruz. 2010, 2011 ve 2012’de izinli kutlanabildiğinde mücadeleci meslektaşlarımla DİSK Basın-İş saflarında yürümek de büyük keyif oldu. Bu yıl da hedefim o.
Filiz: “Eşit bir düzlemde bir hareket olarak kendimizi var etmemiz gerekiyordu”
Biz aslında feministler olarak 1990’lı yıllarda, 1 Mayıs’a birtakım özgün pankartlarla katılmaya çalışıyorduk. 2005 yılında mesela Kadıköy’de “Feministler” pankartıyla katılmıştık. 2005 yılının şöyle bir önemi vardı. Bir grup feminist kendi aramızda bir politik perspektifle toplanıp feminizmin işçi hareketi, Kürt hareketi gibi eşit düzlemde bir hareket olarak kendini var etmesi gerektiğini düşünüyorduk. Bu tür karma etkinliklere de feministler olarak gitmenin politik bir anlamı vardı bizim için. Bu yüzden 2005’te feministler olarak Kadıköy’deydik çünkü sendikalara bakıyoruz esas olarak. Evet, feministler olarak ayrı katılıyoruz ama işçi sınıfının yoğunluğunun nerede olduğuna bağlı olarak gidiyoruz 1 Mayıs’a. Yani Taksim’in 1 Mayıs alanı olduğunu savunmakla birlikte “kendi başına feministler olarak Taksim’e çıktık” gibi bir kahramanlık yüklemesi yapmıyoruz. Dolayısıyla 2007 yılında Taksim kararı çıkınca, biz de feministler olarak; zaten kendi arasında iletişimi olan, feminist gece yürüyüşlerini birlikte düzenleyen, çeşitli feminist eylemler yapan feministler olarak birlikte Taksim’de toplandık. Ama bir grup arkadaşla gözaltına alındık o dönem.
2008’de Pangaltı’da buluştuk. 2008’de Dicle Koğacıoğlu da bizimle birlikteydi. Hasbiye söylemiştir. Zaten biz Hasbiye ile o zamanlar tanışmıştık. 2009’da bir gruba izin verdiler ve o grup Taksim’e girdi. Biz de o grupların içindeydik “Feministler” pankartıyla. Ama o yıl biz Taksim’e girebilirken, hakikaten sokulmadıkları için direnenler vardı. Yani bütün aslında Mecidiyeköy’de, Okmeydanı’nda, Pangaltı sokaklarında 1 Mayıs’ın Taksim’de kutlanması gerektiğini, Taksim’in 1 Mayıs alanı olduğunu savunan çeşitli gruplar direniş halindeydi. Biz de o direnişin bir parçasıydık. Ama bizim şansımız, DİSK ve KESK’in buluşma noktasına gittiğimiz için alana girebilen şanslı grup içinde yer alabildik ve Taksim’e girdik.
Feministler olarak orada olmanın anlamı şuydu: Ezilenlerin de ezdiğini kadınlar olarak zaten yoğun bir emek sömürüsü içindeyiz. Bu emek sömürüsünü farklı bir bakış açısıyla dile getirmek ve farklı bir politik odak olarak kendimizi var etmek 1 Mayıs’ta önemliydi. Dolayısıyla 1 Mayıs’ta “Feministler” pankartıyla orada olmak için buluştuk ve var olduk.
Hasbiye: “Devlet ‘yolunuz açık, buyurun’ demedi, biz açtık”
Benim 1 Mayıs’ta Taksim için fiili olarak ilk katılmam 2008. 2007’de ulaşamadık o bölgeye tabii. Bütün yollar kapatılmıştı. Ben Kavacık’tan, otobüsten eve geri döndüm. Gebze’den oraya gidiyordum. 2008’de biz Amargi’de birkaç feminist, bir grup kararı ya da bir örgüt kararı almadan “gidelim” dedik. O zaman yasaktı Taksim. Ara sokaklardan, oradan buradan, bir şekilde Pangaltı’nın arka sokaklarına kadar geldik. Benim yanımda Fehime ve Dilara vardı. Diğerleriyle de buluşacaktık ama o zaman herkeste telefon yoktu. Taksim’e ilerlerken bir grup erkek hızlı bir şekilde koşarak yanımızdan geçti. Arkasında da kalabalık polis vardı onları kovalıyordu. Biz orada sabit durduk, geçtiler yanımızdan. Biz biraz ileride baktım Hülyalar, Filizler oradalar. Ama polis durmaksın “dağılın” diyor. Bir ara sokaktan yürüyoruz, oraya gaz atılıyor, oradan çıkıyoruz başka yere gidiyoruz.
Halaskargazi Caddesi’nden bayağı indik Taksim’e doğru. Merdivenlerin oraya dek geldik, cadde ile ana cadde ile ara sokak önündeki polis barikatı vardı. Orada polisler bize bir şey demediler. Biz de Hülya’nın getirdiği feministler pankartını açtık. Tam o sıra marş söyleyerek iniyorduk, “Barikatı aç! Barikatı aç!” diyorduk. 20-25 kadar kadın orada birikmiştik de. Polis önce barikatı açtı. Biz çok sevinmiştik. “Feministler” pankartı en öndeydi, hiç kimse pankart açamamış. Çok mutluyuz tabii. Yani yolu açmış gibi hissediyoruz kendimizi. Biraz o otelin oraya doğru bayağı yürüdük. Polis tekrar önümüzde, “hayır” dedi, “ilerleyemezsiniz. Taksim yönü yasak.” Tabii, yasak demek onun görevi, yürümek de bizim görevimiz. Orada bir gaz attılar. Ben ilk defa gazla yüzleştim, kenarda oturdum, kaldım. Tam da bilmiyorum yani nasıl oluyor, gaz atılınca ne ediliyor. Aslında direkt gaz atılması yasak ama suratımıza, üstümüze attılar. Gaz dağıldı, biraz da biz sokaklara dağıldık. Sonra bir kafede birleştik.
2008 benim için ilk gaz yediğim, gaza maruz kaldığım. Rahmetli Dicle Koğacıoğlu’nun da olduğu bir yıldı. Güldüğümüz ve “feministler” pankartını açarak barikatı açtığımız için de mutluyduk. Yani ben kendi adıma “ne olacaksa olsun”cuydum. Kadın olarak biz yasakları çok iyi biliyoruz, yasakladıkları zaman ben aksine gitmek istiyorum.
2009’da da çok umutluyduk, büyük bir pankart hazırladık. Tam hatırlamıyorum ama benim önerim şuydu: Biz 1 Mayıs’ta niye varız? Biz ezilenlerin de ezdikleriyiz. Türkiye’de işçiler, emekliler eziliyor. Erkeklerden bahsediyorum. Onlar eve gidip kadınları eziyorlar, sömürüyorlar. [Bu arada o dönem SFK (Sosyalist Feminist Kolektif, b.n.) yeni kurulmuştu.] O yıl “Feministler” pankartını yeniden açtık. 20-25 feminist o pankartın arkasında kendiliğinden toplandı. Herhangi bir şey yazmadan yazmadan direkt feministler yazmak, kadınların da o pankartın arkasında yer almasına yol açıyor.
2009, hem dramatikti, böyle hüzünlü ve gözyaşılı. O gün biz öndeydik, arkada kalan arkadaşlar “bekleyin” diye haber gönderiyorlardı. Ama kortej akıyor, insanlar akıyordu, bekleyemedik. Dehşetli polis baskısına rağmen çok kalabalık olduğumuz için Harbiye civarına kadar geldik. Sonra baktık ilerlemiyor, o zaman anladık ki, Taksim bizlerle dolmuş. Heyecandan, bağırmaktan gırtlaklarımız acıyor. Eski sosyalist arkadaşlar, sosyalist mücadelenin içinden gelen ağlamaya başladılar. Buna inanamıyorlardı. Ben Nalan’ın, Firdevs’in ağladığını gördüm.
O 1 Mayıs, benim için dağılıp dağılıp toplanmak demekti. Ezilenlerin isyanı patron sistemine karşı. Biz de ezilenlerin ezdikleri olarak sesimizi duyurmak için orada oluyoruz. Öteden beri şunu biliyorum: Devlet, sistem bize hiçbir zaman “buyurun, yolunuz açık” demedi. Açıldı açıldı, kapandı, açıldı açıldı, kapatıldı. Yine açılacak. Ama yine kapatmaya çalışacaklar. Ama biz açtık o yolları. Benden öncekiler açmış 76-77’de. Yine açılacak.
* Gerçek ölüm sayısı, 42.
Fotoğraflar: Necla Akgökçe, Kumru Başer ve Filiz Karakuş arşivlerinden…