“Geçmişlerini bilsinler ki gelecek olabilsin”

"Her Yer Seri Direniş-Ereğli İşçi Hikâyeleri" geçtiğimiz yılın işçi sınıfı açısından en önemli kitaplarından biriydi. Can Kartoğlu’nun kaleme aldığı ve Korona’dan yitirdiğimiz Devrimci Yapı- Sen temsilcisi Hasan Oğuz’a adanan eser, 1960’lı yıllarda 1970’li yılların başında Zonguldak’ta Ereğli Kömür İşletmesi’nde mücadele eden sendikacı ve işçilerin hikayelerini anlatıyor.
Paylaş:
Nuran Gülenç
Nuran Gülenç
nurangulenc@gmail.com
Nuran Gülenç

“Her Yer Seri Direniş-Ereğli İşçi Hikâyeleri” geçtiğimiz yılın işçi sınıfı açısından en önemli kitaplarından biriydi. Can Kartoğlu’nun kaleme aldığı ve Korona’dan yitirdiğimiz Devrimci Yapı- Sen temsilcisi Hasan Oğuz’a adanan eser, 1960’lı yıllarda 1970’li yılların başında Zonguldak’ta Ereğli Kömür İşletmesi’nde mücadele eden sendikacı ve işçilerin hikayelerini anlatıyor. Yazar Can Kartoğlu ile Nuran Gülenç konuştu.

Bize kendinizi tanıtır mısınız?

Zonguldak’ta, 115 basamakla varılan, mutfak dolaplarından bile kitap taşan bir evde doğup büyüdüm. Annem, kısa adıyla EKİ’nin (Eekaaii), uzun adıyla Ereğli Kömürleri İşletmesi’nin hastanesinde göğüs hastalıkları servisinin hemşiresi idi. Babam yine EKİ’nin Amelebirliği’nde sorumlu sayman olarak çalışıyordu. Alınları ak, başları dikti. Anadilleri saygı ve sevgiydi. Ben onların kızı olduğum kadar Zonguldak’ın da kızıydım. Yorulmak bilmeden ikişer ikişer inip çıktığım merdivenlerinde, koca dalgalı denizinde, insanın yüzünü karartmayan güneşinde, dinmeyen sisinde, bitmeyen yeşilinde, iki adımda biten Gazipaşa Caddesi’nde, EKİ’nin Yayla Sineması’nda her pazar gördüğüm filmlerde, İstanbul Pastanesi’nin supanglesinde, Zonguldaklı şair Muzaffer Tayyip Uslu’nun dediğince “Kendisi yorulmadan sokakları yorulan küçücük bir kent”te büyüdüm.

Yayında olduğu saatler boyunca evde EKİ Radyosu çalagiderdi. Radyonun uzun adı da Zonguldak EKİ İnsan Gücü Eğitim Radyosu’dur. Şarkıların arasında spiker Necla Aygün’ün sesi yükselir “Madenci arkadaş” diye başlardı anonsları: “Madenci arkadaş! Açacağın en ufak boşluğa kama sür.” Ya da “Kazmacı arkadaş, kömür kazmaya başlamadan önce, tertip edildiğin yerdeki mevcut tahkimatı iyice kontrol et. Noksan direk ve kama varsa önce onları tamamla. İlave tahkimat yapmak gerekiyorsa onu yap. Kırılmış direk varsa değiştir. Bu yönde alacağın her tedbirin önce kendi hayatını, sonra da arkadaşlarının hayatını kurtaracağını unutma.” Bu radyoyu bütün Zonguldak dinlerdi. EKİ Radyosu, asıl yerin 300 kat altında maden işçilerinin dinlediği bir radyoydu. Gün olur radyo yayını küt diye kesilirdi. Hiçbir açıklama olmadan… Çocuktuk ama bilirdik… o anda yüreğimize kor düşerdi. Şehrimizden öğrenmiştik: O yayın kesilirse madende göçük olduğunu ya da grizu patladığını… Çıt çıkarmadan beklerdik. Sessizliği yaran siren seslerinin ne anlama geldiğini de şehrimden öğrenmiştim. Annemin o gece nöbeti olmadığı halde eve niye dönmediğini de bilirdim ve bir açıklama beklemezdim kimseden. Annem maden işçileri için canla başla koştururdu sağlık emekçileriyle birlikte. O zamanlar iş cinayeti denmezdi, iş kazası denirdi… Sonra sonra yine şehrimden öğrendim; madenci ölümlerinin iş kazası değil iş cinayeti olduğunu… Sonra büyüdüm… Ankara’da AİTİA’da Yönetim Bilimleri Fakültesi’nde Sosyal Politika okudum. Her Zonguldak’a dönüşümde ilk işim EKİ Radyosu’nu açmak olurdu. Sonra bir gün EKİ Radyosu hiç açılmadı. Yayınını küt diye kestiler… 12 Eylül cuntası 1983’te EKİ Radyosu’nu kapattı. Yerin 300 kat altında madenciyi eğitmenin, ona ses olmanın, onun sesi olmanın ne gereği vardı? Küçükken o yayın kesildi mi yüreğime düşen korla tuttuğum yas, 12 Eylül’le birlikte zifiri karanlığa sürüklenmemizle ruhumda derin bir isyana evrildi. İşçilerden, gençlerden nasıl da korkulduğunu gördüm. Emeğin en yüce değer olduğunu ve başka bir dünyanın mümkünlüğünü bana şehrim ve ülkem öğretti.

Sonrası 1980’lerin başında Attila İlhan ve Ülkü Karaosmanoğlu yönetimindeki Sanat Olayı dergisinde yayın hayatı boyunca muhabirlik, yazarlık… Sonrası 1980’lerin ortasında başlayan ve 2012’ye kadar süren reklam yazarlığı, yaratıcı grup başkanlığı, ajans başkanlığı… Sonrası bağımsız çalışma… okumak, yazmak…

Bir de Can’ım var… Kızım… Annem gibi, şehrim gibi beni doğuran üçüncü candır Can.

Bugüne kadar yayınlamış kitaplarınız nelerdir? Bize biraz söz eder misiniz?

Dört kitabım var. Birincisi Annem Sizi Derse Bekliyor. İletişim Yayınları’ndan 2004’te çıktı. 10 yıl sonra ikinci kitabım raflarda yerini aldı. Adı: Sahanda Yumurta. Postacı Yayınevi’nden çıktı. Ahmet Şık bastı kitabı. 12 Eylül’ün kahramansız cezaevi hikâyelerinden oluşur Sahanda Yumurta. İnsanlık durumlarını anlattığım bu kitaba kahramansız demem şundandır; bu kitap işkencede çözülen, açlık grevinde karnı acıkan, sayıma hastayım diye çıkmayıp Heidi seyreden, yılbaşı için kaçak göçek şarap yapan, “Gerçekçi ol. İmkânsızı iste” diyenlerin, gençliklerinden edilen, en yüksek merdivenleri tırmanırlarken aşağıya itilen, adsız sansız antikahraman devrimcilerin kitabıdır.

2018’de ise Safder’i yazdım. Safder, ZOKEV yani Zonguldak Kültür Ve Eğitim Vakfı yayınıdır. Bu kitap da uluslararası sayısız maratonda, hesaba gelmez kilometrelerce koşmuş ve koşmakta olan babamın hayat maratonunun hikâyesidir. Gelirini çocuk projelerinde kullanılma koşuluyla ZOKEV’e bağışladığım… Ve geliri ile Çaycuma-Muharremşah İlkokulu’nun ihtiyaçlarını bir nebze olsun karşılamış iyiliğin kitabıdır Safder.

Ve sonra sıra geldi Her Yer Seri Direniş-Ereğli İşçi Hikâyeleri’ne… Yıl 2020’nin son ayına vardığında kitap okuruyla buluştu. Ayrıntı Yayınları’nın Yakın Tarih dizisinden çıkarak…

İKİ MÜSTESNA İNSAN: FUKARA TAHİR VE YALINAYAK İSMET

Bu kitabınızda Demir Çelik fabrikalarının inşaatından başlayarak, işçi sınıfı tarihinde ve kentin tarihinde yeni bir sayfa açılmış ve tüm sol örgütlerin uğrak yeri olmuş olan Ereğli’deki işçi mücadelesini anlatıyorsunuz. “Her Yer Seri Direniş – Ereğli İşçi Hikâyeleri” hangi dönemi anlatıyor?

Bu kitap 1960’larda başlıyor ve 1970’lere uzanıyor. 1962’de Türkiye’nin dört bir yanından ceplerinde iki kuruş, sırtlarında denkleriyle Ereğli’ye akın eden yapı işçilerinin tek amacı vardır: Türk ve Amerikan sermayesiyle kurulacak ve Türkiye’nin en büyük sanayi kuruluşlarından biri olacak Ereğli Demir Çelik Fabrikaları’nın dev inşaatında iş bulabilmek. O zamanlar yeşilin her tonuyla nefes aldıran, çileğiyle gülümseten, deniziyle doyuran, insanıyla yürek ısıtan küçük bir balıkçı kasabasıdır Ereğli.

Ereğli, üstüne kötülüğün yeryüzündeki gölgesinin düşmesiyle, ağır sanayi kentine evrilir. İşte kitap bu zaman dilimini kapsıyor. O gölge işçilere yaşatılan zulmün, sömürünün ta kendisi olan Amerikan firması Morrison’dur. Ereğli Demir Çelik Fabrikaları’nın inşaatının yüklenici firması. “Morrison Süleyman” lakabıyla anılan genel müdürü Süleyman Demirel’dir. Daha siyaset sahnesinde değildir. Morrison’u “müstesna” bir şirket olarak gören Ecevit’tir. O da  daha “Halkçı Ecevit” değildir, Çalışma Bakanı olduğu zamanlardaki Ecevit’tir. İşçilerin karşısındaki Demirel’le Ecevit’inse karşısında ise kelimenin gerçek anlamıyla iki “müstesna” insan vardır: Fukara Tahir ile Yalınayak İsmet. İşçiler için çarpan iki cesur yürek. Bugünkü sendikacılara hiç mi hiç benzemezler. Benzeseler zaten adları ne Fukara olurdu ne Yalınayak…

Sendikanın sol siyasetle, üniversiteli devrimci gençlerle buluşabildiği çok hareketli, çok hararetli bir dönemdir 60’lı yıllar, 70’lerin başı… İstanbul’dan, Ankara’dan üniversiteli devrimci gençler de Ereğli’ye gelirler ve işçilerle kaynaşırlar.  İşçi öğrenci birlikte mücadele ettikleri gibi birlikte denize de girerler… Gençlerin Mahir’dir, Ulaş’tır adları… Ereğli İşçisi bir yandan iş bulmuştur bulmasına, ama Morrison öyle bir zulümle iş yaptırmakta, öyle bir sömürmektedir ki işçiyi… işçiler bu zulme karşı Fukara Tahir’in, İsmet Demir’in öncülüğünde çıkarlar meydanlara. En az Fukara Tahir, Yalınayak İsmet kadar öncüdür Ereğli işçisi. Sadece büyük mitinglerle yetinmez Ereğli işçisi. Her dakika nasıl büyük miting yapacaksın? Yalınayak İsmet’in keşfidir seri direniş. Ereğli işçisidir inanan ve seri direnişleri gerçekleştiren. Fabrikada her gün bir branşta birini bitirip öbürünü başlattıkları küçük seri direnişlerin öznesidir Ereğli işçisi. Emek tarihi yazarı Zafer Aydın’a da dediğim gibi; 60’larda Ereğli’de işçi olmak, sadece kendisine değil bütün sınıfına ve kendinden sonra geleceklere yepyeni bir yol açmak demektir. Ereğli İşçisi, Türkiye işçi sınıfına bir değil binlerce tohum bırakmıştır. Ben, buradan 1960’ların Ereğlisine baktığımda içi hayat ve hayal dolu o tohumları görüyorum. Er geç çatlar o tohumlar.

Kitabınızın nasıl ortaya çıktığından da bahseder misiniz?

Kitap kapağı

Kitabı yazma sürecim, Her Yer Seri Direniş-Ereğli İşçi Hikâyeleri’ni ve son hikâyesini okuyan dikkatli okurun gözünden kaçmamıştır. Bu hikâye anlatır emek tarihi yazarı, sizin sendikanızın da toplu sözleşme uzmanlarından Can Şafak’ın bana bütün arşivini verdiğini ve o dönemi emek tarihi yazarları yazsa da benim hikâyelememi istediğini… Bunu canıgönülden ben de istedim. Ve kollarımı sıvadım. Can Şafak’ın olağanüstü arşivinde yok yoktu. Sayfa sayfa taranmış gazeteler, dergiler, fotoğraflar, belgeler ve Can Şafak’ın Ereğli’de 1960-65 yılları arasında yaşanmış olayların bizzat sahipleri ve tanıklarıyla yaptığı; kâh çözümlenmiş, kâh çözümlenmemiş yığınlarca sözlü tarih kaydı… Şirin Ereğli gazetesinin 1961-1963, Yön dergisinin 1962, Öncü gazetesinin 1962 yılları gün gün, bütün sayfalarıyla, Vatan’ın, Cumhuriyet’in ve Milliyet’inse o yıllara o olaylara özel haberleri bilgisayarımın ekranında, önümdeydi… Bütün bu gazeteleri, dergileri bir yıl boyunca taradım. Sözlü tarih kayıtlarını dinlemem yetmedi, kimi çözümlenmemişleri de oturdum çözümledim. Emek kahramanlarını seslerinden, fotoğraflarından, haberlerinden tanımamın ötesinde yaşadıklarını iliklerime kadar hissettiğimde oturdum hikâyelerini anlatmaya başladım.

Büyük keyifle okudum kitabınızı, insani boyutun, duyguların, düşüncelerin öne çıktığı, kişiler üzerinden tarihsel olayların anlatıldığı çok güzel bir kitap olmuş. O nedenle kurgudan öte gerçeğe yakın bir anlatımın olduğunu düşünüyorum. Yaşandıysa da böyle yaşanmıştır diyesi geliyor insanın, ne dersiniz? Sizin anlatımınızın özgünlüğüne dair ne söylersiniz?

Ben, bu kitapla ilkel ve köklü bir şey yapıyorum: hikâye anlatıyorum. Evet neredeyse yazmıyorum, anlatıyorum. Ve gerçek ile kurgu arasında bir denge oluşturuyorum. Kitap özgünlüğünü bu iki şeyden alıyor. Ve ben bunu yaparken hakikatin etkisini aşmaya çalışan bir üsluba, bir kurguya girişmiyorum. Yazar olarak varlığımı anlattığım şeyin önüne koymuyorum. Bu gücü yaşanmışlıklardan, işçilerden, tarihten alıyorum. Gerçekten yola çıkmak, tarihe sadık kalmak, kurguya engel değil. Derdim de nakletmek değil. Her biri kaynak kitap olan emek tarihi kitapları bunu lâyıkıyla yapıyor zaten. Ben hikâye anlatarak dönemi okunur kılmak, işçi sınıfının arasına girmek, onların mahir ellerinde, gözlerinin önünde, yataklarının başucunda, sırt çantalarında, akıllarında, fikirlerinde, kalplerinde olmak, onlara ilham vermek, umut olmak istiyorum. Hayallerine ortak olmak, yılgınlığa düştüklerinde Her Yer Seri Direniş ile ellerini tutmak, onları ayağa kaldırmak istiyorum, kulaklarına güçlerini fısıldayarak… Gencecik işçilere bu belge-hikâyeleri anlatıyorum ki… geçmişlerini bilsinler ki gelecek olsun.

HASAN OĞUZ SÖZÜN BAŞLADIĞI YER

Gerçek ile kurguyu dengelemenize dair kitaptan bir iki örnek verir misiniz?

Necmettin Giritlioğlu’nun 1970’te Zonguldak’ta mahkeme sonrası cezaevi aracına bindirilirken göz göze geldiği küçük bir kıza annesinin “Can! Haydi!” diye seslenişini duymasıyla “Adı Can’mış. Can kız adı da olurmuş demek. Muzaffer nasıl kız adı oluyorsa…” diye düşünüp burnunun direğinin sızlaması gerçek midir, kurgu mudur, kim bilebilir? Kim kurgu diyebilir Sultan Hanım’ın Thalmayer’in arkasından su dökmesine? O zamanlarda dedikleri şekliyle “Umumi Mukavele” imzalandıktan sonra Fukara Tahir’in bunu deniz kenarında mis gibi taze balıklarla iki kadeh rakıyla kutlaması kurgu mudur? Yoo, ücretlere 50 kuruş eklenmesi, işten çıkartılmış tüm işçilerin işe geri alınması kadar gerçektir. Gazetenin baş sayfasındaki kelepçeli müdür de, dört yüz işçinin rüşvetle işe alındığı ve müdürün suç ortaklarını itiraf etmesi haberi de gerçektir. İş arayan işçinin bu gazeteyi kahvede görüp okuması ise evet kurgudur… hem de gerçeğin ta kendisi olacak kadar…

Kitabınızda, sanayinin bir kentin kaderini  nasıl değiştirdiğini ve  işçilerin vermiş olduğu mücadeleyi kişiler üzerinden öyle güzel anlatıyorsunuz ki,  Fukara Tahir’in yanı başında, Necmettin’in koluna girmiş  ya da sendikal çekişmenin içine hissediyorsunuz kendinizi, işçi sınıfı mücadelesinde edebiyatın gücüne ilişkin ne söylemek istersiniz?

Edebiyat, sınıflar üstü, sınırlar üstü, zamanlar üstü bir güçtür. Hayatın içinden çıkar. Hayata çıkar. Hayatı dile getiren yazarlar, şairler olmasa, eski yüzyılları bilebilmek, dünyanın gidişatını görebilmek, insanı, doğayı, mücadeleyi kavrayabilmek mümkün olur muydu? Edebiyat olmasa dünya çok karanlık olurdu. Edebiyat bizi harf harf, kelime kelime, satır satır çıkarttığı yolculukta kendimizi yeniden doğurmamızı, başkalarının acılarını, sevinçlerini iliklerimize kadar hissetmemizi sağlar… Kendimizi yaratmak için edebiyatın bize uzattığı elini tutarsak yaşanabilir, barışçıl bir dünyayı kurarız. Emile Zola’nın 1885’te yazdığı Germinal’i sadece maden işçileri değil bütün işçiler okumalı. O tohumun nasıl çatlayabileceğini o zaman kavrarız… Yaşar Kemal’in dediği gibi: “Onca acıyı, zulmü, savaşı, doğa kırımını romanda yeniden yaratarak yaşayan insan, insan gibi yaşamayı özler, değerlerine sahip çıkar.”

Her Yer Seri Direniş-Ereğli İşçi Hikâyeleri, 127. sayfadan: Yazarın kitabını adadığı, devrimci yapı işçisi Hasan Oğuz. Sanki birazdan “İnşaat işçileri olarak can güvenliğimiz için birliğimizi sağlamalıyız, birlikte mücadele etmeliyiz.” diyecek. (İstanbul, 2020)

Salgının ilk günlerinde çalışmak zorunda olduğu için salgına yakalanarak kaybettiğimiz Hasan Oğuz’dan söz ederek kitabı, Hasanlara ve  Ayşelere  hediye ediyorsunuz.  Aslında erkek ve kadın işçilere ayrı vurgu yapıyorsunuz. Nasıl bir bağ kuruyorsunuz o günlerden bugüne  işçilerin özellikle kadın işçilerin mücadelesinde?

Hasan Oğuz… Onun adının her geçtiği yer, sözün başladığı yerdir… Ben onunla 10 Kasım 2019’da Can Şafak’ın Necmettin-Bir Devrimcinin Hatırası adlı kitabının söyleşi ve imza gününde tanıştım. Müthiş bir delikanlıydı. Yazara sorduğu sorularla ve anlattıklarıyla ilgimi çekti.  14 Aralık 2019’da da Necmettin kitabı ve yapı işçilerinin dünü bugünü üstüne Hasan’la ve üç arkadaşıyla bir söyleşi yaptım. Daha çok Hasan anlattı. Sadece gözü kara değildi. Birikimli, akıllı, cevval ve çok iyi de bir hatipti. O anlattıkça hem hayran kalıyor hem de korkuyordum başına Necmettin gibi bir şey gelmesin diye. Beton deliciydi Hasan. Dev Yapı Iş’in işyeri temsilcisi…

 

 

 

 

 

O günün üstünden daha üç ay geçmişti ki salgın çıktı. Salgınla birlikte “Evde kal Türkiye” çağrılarının yapıldığı mart ve nisan aylarında sessizliğin ortasında süren inşaatları, yankılanan çekiç seslerini, sessizliği yararak tek tük geçen motosikletli kuryelerin görüntüsünü unutmam mümkün değil… Yaşamsal önem taşımayan bir sektörde çalışmasına rağmen, ücretli izin hakkından yararlanamayan, evde kalamayanlardan biri de Hasan Oğuz’du. Galataport’ta çalışıyormuş, 3 Nisan’da 3 pozitif vaka görülmesine rağmen kapatılmayan şantiyede 7 Nisan’da kalp krizi geçirmiş, hastaneye kaldırılmış, Covid 19 belirtileriyle tedavi görmüş ve 13 Nisan’da “bulaşıcı hastalık”tan ölmüştü. Böyle yazıyordu gazeteler. Ben de Her Yer Seri Direniş-Ereğli İşçi Hikâyeleri’nin önsözünü o günlerde ellerimle değil, gözyaşlarımla yazdım. Kavganın ufuklarından mutlu bir hayat filizlensin ve mutlu sonla bitsin diye anlattığım hikâyelerden oluşan kitabımı Hasan Oğuz’a adadım. Yaşanabilir bir dünyayı inşa ederken, bütün yemişler dallarında, beklenen günler, güzel günler ellerindeyken yaşamı pahasına çalıştırılan devrimci Hasan’a… Aslında evde kalamayan bütün Hasanlara, bütün Ayşelere… Ayşelere özellikle vurgu yapıyorum. Ayşeler de alamadı ücretli izin. Ayşeler de evde kalamadı. Okulları kapanan çoluk çocuk evde kaldı, biz evde kaldık, aklımız onlarda kaldı. “Maske-mesafe-temizlik” uyarıları da bir sesten ibaret kaldı onlar için.

Sonra temmuz ayı geldi… Galataport yönetiminin Survivor’ın finali için üç günlüğüne iş durdurduğunu, işçilere izin verdiğini okudum. Türkiye’ye baktığımda son gördüğüm bu aymazlıktır yüreğimden ve uçsuz bucaksız azınlığın yüreğinden cız sesi yükselirken. Survivor, “hayatta kalan kişi; bir kazadan sağ olarak kurtulan kimse; başkasının ölümünden sonra sağ kalan kimse, en son olarak hayatta kalan kimse veya şey” demek. Elbet şovlar biter, herkes gelir geçer, birileri finale kalır, “bugünlerden geriye, / bir yarına gidenler kalır / bir de yarınlar için direnenler…” Hasan hayattan kopartılsa da hayatta kalır. Ve ellerini kocaman açarak “Aslında sabaha çok var, ama karanlık illa ki geçecek” der.

Her Yer Seri Direniş-Ereğli İşçi Hikâyeleri, 72. sayfadan: Solda oturan Özer Er. Sağda ayakta Özer Er’in daktilo-sekreteri Hikmet Kuşhan. Ereğli’de işçi sınıfının, ailelerinin, çocuklarının Hikmet’i… Ereğli, 1973. (Fotoğraf: Can Şafak Arşivi’nden)

YENİ KİTAPTA KADIN İŞÇİLER OLACAK

Kitabınızda o döneme tanıklık etmiş tek kadın hikâyesi Hikmet Kuşhan. Dille getirip konuşturduğunuz “Ayşe” adlı fırını saymazsak.  Kadınlar/ kadın işçiler emek/sınıf mücadelesinin  neresinde? Neden onların hikâyelerini çok görmüyoruz?  Kadın hikâyeleri de okuyabilecek miyiz sizden?   

Hikmet Kuşhan, Ereğli Demir Çelik’in aslan yürekli serçesidir. Tanık değil bizzat yaşamış başkahramandır Hikmet Abla.  Şimdi kadın işçiler öyle tek tük de değil, emek/sınıf mücadelesinin tam ortasındalar. Geçtiğimiz yıl 15-16 Haziran büyük işçi direnişinin 50. yılıydı ve haberlerde, paylaşımlarda yine neredeyse hep erkek işçilerin fotoğrafları ve anlatımları yer aldı. Oysa kadınlar da ön saftaydılar. İki fotoğrafta da olsalar ısrarla o fotoğraflar yer almalı kitaplarda, gazetelerde, sosyal medyada. O fotoğraftaki kadın işçiler analarımızdır. Direniş ruhu onlardan bize mirastır. Geç ve güç de olsa, bugün DİSK’in başkanının bir kadın olması, kadınların emek mücadelesindeki kararlılıklarını ve bu mücadeleyi büyüteceklerini gösterir. Elbet daha çok okuyacağız işçi kadınların hikâyelerini. Yeni kitabım yedi hikâyesini tamamladığım kadın işçilerin yaşanmış hikâyelerinden oluşacak. Basılma şansı olursa günışığına çıkacaklar.

 

 

 

Kadınlardır, işçi sınıfı içinde de sendikalar içinde de cinsiyeti önceleyen, kadını öteleyen, kadından korkan düzeni kökünden sarsacak olan. Erkeği de bu zavallı zihniyetten kurtaracak olan… Çünkü, hayat dişidir. Bunu unutmayalım. Kadının olmadığı bir yerde hayat yoktur. Bu en âlâsından bir yer olsa bile…

Görsel: Yazar Can Kartoğlu, 2020

Paylaş:

Benzer İçerikler

Nersoy Tekstil’de direnen kadın işçilerle direniş alanında konuşuyoruz bu kez. İşe alınırken kendilerine bir yıl hamile kalmama şartı koşulduğunu, hamile kalanların işten çıkarıldığını söylüyorlar. 150’den fazla kadının çalıştığı fabrikada kreşin olmadığını, çocuklarına bakacak birini bulamayan birçok kadının işten çıkmak zorunda kaldığını anlatıyorlar.
İçeriklerimizi kaçırmamak için e-posta bültenimize ücretsiz abone olun!