Feryal Saygılıgil s.feryal@gmail.com
Nilüfer Belediyesi 2021 yılını Gülten Akın’a adadı. Etkinlikler çerçevesinde 10-11 Aralıkta Belediye Kütüphanesi’nde “Şiirden Bir Ülke Bahçesi Gülten Akın Sempozyumu” yapıldı. Sempozyumda Gülten Akın’ın şiirlerinin tartışıldığı oturumların yanı sıra, şiir- tiyatro gösterileri de vardı. Arkadaşımız Feryal Saygılıgil sempozyumda “Bir Kadın Şair olarak Gülten Akın” isimli bir bildiri sundu. Feryal’in sempozyum izlenimlerini ve bildirisine Kadınİşçi’de yer verelim, dedik.
Nilüfer Belediyesi 2021 yılını Yılın Yazarı olarak Gülten Akın’a adar. Bu kapsamda belediye tarafından Gülten Akın’la ilgili 48 etkinlik organize edilerek yüzlerce katılımcı Gülten Akın odağında bir araya getirilir. 10 bini aşkın Gülten Akın kitabı okurlara dağıtılır. Yıl boyunca okuma atölyeleri ve fabrika okumaları gibi etkinlikler yapılır.
10–11 Aralık 2021 tarihleri arasında ise Yılın Yazarı etkinliklerini kapatmak üzere Nilüfer Belediyesi Kütüphanesi tarafından Şiirden Bir Ülke Bahçesi Gülten Akın Sempozyumu düzenlendi. Sempozyum, Nilüfer Belediyesi Kütüphane Müdürü Şafak Baba Pala, yazarın ailesi adına Gülten Akın’ın kızı Onur Andreotti, yılın yazarı Gülten Akın proje danışmanı Asuman Susam, Nilüfer Belediye Başkanı Turgay Erdem’in yaptığı konuşmaların ardından Murathan Mungan’ın açılış konuşmasıyla başladı. Necmiye Alpay’ın kolaylaştırıcılığını yaptığı ilk oturum “Şiirden Bir Ömre Bakmak” başlığını taşıyordu. Ardından oyunculuğunu Jülide Kural’ın, solistliğini Günselin Seda Çetinkaya’nın üstlendiği “Bir gün birileri öte gecelerden ıslık çalar” isimli oldukça etkileyici şiir dinletisiyle sempozyumun ilk günü tamamlanmış oldu.
İkinci günün ilk oturumu Sevilay Çelenk’in başkanlığını yaptığı “Bir Sonsuz Akış: Gülten Akın Şiiri” başlığındaydı. Oturumun en çarpıcı sunuşları arasında “neden kadın sanatçı/yazar” denmesi gerektiğinin önemini de vurgulayan Olcay Akyıldız’ın “Gülten Akın’ın Şiiri İkinci Yeniye Ne Kattı?” isimli sunuşuydu. Ardından gelen oturumun başlığı ise “Gülten Akın’ın Yazı Evreni” idi ve Yalçın Armağan’ın başkanlığında gerçekleşti. Son oturum ise Feryal Saygılıgil, Lâl Hitay ve Petek Sinem Dulun yer aldığı “Gülten Akın Şiirinde Kadın Oluş” başlığını taşımaktaydı. Sempozyumun en can alıcı bölümü ise kuşkusuz Fatma Turunç, Zeliha Koç, Nurcan Kes, Nesrin Ayülkü, Elmas Turpçu, Gülizar Bulut’dan oluşan Nilüferli kadınların şiir dinletisiydi. Sempozyum Necmiye Alpay’ın Gülten Akın’ın kapanış konuşmalarına değindiği konuşması ve Gülten Akın Mektup Ödülü Töreni’nin ardından sona erdi.
Aşağıda sempozyumda sunduğum konuşmanın metni yer almaktadır…
Bir Kadın Şair Olarak Gülten Akın Üzerine
“Biz susmaya, sakin durmaya, coşkuyu belli etmemeye eğitildik. Özellikle benim yaşımdakiler ve özellikle kadınlar. Aşk dolu, coşkular içinde bir ufacık kadın ama o aynı zamanda dengeli, tutarlı, kurallı olmaya çalışıyor, çoğu kez de başarıyor. İşte size sürekli gerilim” (Akın, 1994) (Alıntılanan tarih 2019, s.128).
Kadınların edebî gelenek içindeki yerleri, edebî geleneğe yaptıkları katkının feminist hareketle birlikte, özellikle de İkinci Dalga Feminizmin etkisiyle 1960’larda tartışmaya açıldığı söylenebilir. İçinde yaşadığımız erkek egemen sistem yapısının oluşturduğu kültürün kadınlara ve erkeklere dayattığı toplumsal cinsiyet rollerinin edebiyat metinlerinde nasıl yansıtıldığı, yeniden üretildiği, desteklendiği ve sorgulandığı feminist edebiyat eleştirmenlerinin ilgilendiği temel meselelerden bazılarıdır. George Eliot, Elizabeth Barrett Browning, Mary Wollstonecraft, Jane Austen gibi öncülerin katkılarını göz ardı etmemek koşuluyla “kadınların edebiyat alanındaki ikincil konumlarını ve bu ikincilliğin nedenlerini irdeleyen ilk modernist metnin İngiliz Edebiyatının önemli kalemlerinden Virginia Woolf’un 1929 yılında yayımlanan Kendine Ait Bir Oda başlıklı yapıtı olduğu söylenebilir” (Uygun-Aytemiz, s. 55). Woolf, kadının toplumsal gerçekliği de erkeğin toplumsal gerçekliği gibi cinsiyet tarafından biçimlendirildiğinden, kadın yaşantısının edebi biçem içindeki tasvirinin de cinsiyetlendirilmiş olduğunu ilk gösterenlerdendir (Humm, s.18).
Gilbert ve Gubar, 19. yüzyıl kadın şair ve romancıların eserlerine bakıldığında iki çarpıcı gerçekten söz ederler: Birincisi edebiyatçı kadınların büyük bir kısmı, hem kadına ait “alçakgönüllü tavrı” hem de erkek rolüne bürünme gerekliliğini aşmayı başarmıştır. Austen’dan Dickens’a kadar tüm bu kadın yazarlar, merkezine kadın deneyimini alan ve meseleye kadın bakış açısından yaklaşan konularla uğraşmışlardır.
Kadın yazarlar, toplum tarafından sınırlandırılarak, baskılandırılarak örselenen kadın benliğini diriltmek ve iyileştirmek zorundadır. Kadın yazar, toplumun getirdiği kaosla uğraşırken kendi ruhunda bir güç görür. Düzeni ve düzensizlikleri, toplumsal manipülasyonun ötesinde özgürdür. Gücünün kökenlerine dönersek, kadın yazar toplumun darlıklarıyla yüzleşmek zorunda kalır. Kadın yazar, hem bebeğinin beslenmesine hem de bir yetişkin öz bilincine dönüşmesine izin verecek şekilde mantıklı olmalıdır (Alexander, s. 10).
1950’lerden itibaren kurmaca ve kurmaca dışı metinlerin toplumsal cinsiyet rollerinin inşasında ve yeniden üretiminde, sistemin devam ettirilmesinde önemli bir rol oynadığını ortaya koyan bir eleştirmenler kuşağı feminist eleştirinin önünü açar. Simone de Beauvoir’ın İkinci Cins’i (1949), Kate Millett’ın Cinsel Politika’sı (1970), Betty Friedan’ın Kadınlığın Gizemi (1963) ve Germaine Greer’in İğdiş Edilmiş Kadın’ı (1971) bu alanda önemli metinlerdir. Gerek Beauvoir gerekse de Millett; biyolojik, psikanalitik ve Marksist kuramların kadına bakışlarını tartışarak patriyarkanın kendini nasıl inşa ettiğini saptamanın yanı sıra özellikle erkeklerin kaleme aldığı edebî metinlerde kadınların ve kadın-erkek ilişkilerinin nasıl temsil edildiğini sorunsallaştırırlar. Friedan ve Greer ise patriyarkanın inşa ettiği kadın stereotiplerinin özellikle popüler kültür aracılığıyla kadınlara nasıl dayatıldığını ve kadının toplumsal inşasının bu yolla nasıl yeniden üretildiğini irdelerler.
Türkiye’de ise Osmanlı’dan itibaren kadınların bir yazın geleneği olduğundan haberdarız[1]. Şair ya da yazar kadınlara Nigar Hanım, Yaşar Nezihe, Fatma Aliye, Emine Semiye, Nezihe Muhittin, Halide Edip Adıvar, Şükûfe Nihal, Halide Nusret Zorlutuna, Suat Derviş gibi isimler örnek olarak verilebilir. Kadınların yazdıkları metinlerin satır aralarını okuyarak “kadın” olmalarından kaynaklanan ikincil hallerinin farkında oldukları, metinlerinde bu durumlarını dile getirmeye çalıştıkları söylenebilir.
Bu yazıda Gülten Akın için “kadın olmak” halinin metinlerinden yola çıkarak yaşamında ve şiirinde ne anlam taşıdığı tartışılmaya çalışılacak.
Akın, 60’larda Nezihe Meriç, Türkan İldeniz, Selçuk Baran, Sevim Burak, Sevgi Soysal, Leyla Erbil gibi kadın şair ve yazarlarla birlikte yazın hayatında yer almaya başlar[2].
Akın’ın “kadın” olduğu için ve de “kadın” olmanın getirdiği ikincil, “öteki cins” olma hali[3], kadınların başka alanlardaki mücadeleleriyle kurulan bağlar, kamusal alanda kadınların karşılaştıkları engellemelere karşı alınmış tavır, “annelik” (ki kendisi beş çocuk annesidir) gibi kadınlık halleri onun için önemlidir ve bir izlektir. Nitekim bunu şöyle dile getirir: “Hayatın ve doğanın benden geçen şiirlerini yazıyorum. Ozan dünyayı sık sık donduran ve gözleyendir. Aralıksız gibi sık, sinema gibi. Hem gerçek, hem doğal devinim ayıklandığı, yeni bir düzene konduğu için, yepyeni bir gerçek.” (1966)[4] (2019, s.21) ya da “Ben, erkek işi diye nitelenen, kadınların yapamayacağı kanısı yaygınlaştırılmış bir işi, şiir yazma işini, yaşamımın ana çizgisine yerleştirip bunu kırk üç yıldır sürdüren bir kadınım. Şiirlerimde kadınlık durumu da izlek olarak işlendi. Genel insani durum göz ardı edilmeden” (1995) (s.179).
1966 yılında Türk Dili dergisinde sözünü ettiği “bakış açısı” ise elbette ki “kadın” olmanın farkındalığıyla oluşturulan bir bakış açısıdır: “İster coşku içinde, ister soğukkanlı, yaklaşımımız ne türden olursa olsun, durmadan seçme yapıyoruz. Seçiyor ve yeniden düzenliyoruz. Resim yaparken de, nakış işlerken de, mimarsak projemizi yaparken de. Bu seçilmiş ve yeniden düzenlenmiş olan hayat değildir. Bir üründür. Ürünlerimizin gerecine bakarken, onu ayıklarken kullandığımız ölçü, mihenk taşı, bizim ‘bakış açımız’dır. Bakış açımız olmadan yaptığımız, bir sanat ürünü, bir şiir sayılmaz.” (s.22) ya da 1977 yılında dile getirdiği gibi, “Şiir yaşamdan çıkar. Bu yaşam kişisel yaşamdır, diyemiyorum. Çünkü, toplumla kuşatılmış kişiliklerimizin, toplumdan yalıtılmış ürünler vereceğine inanmıyorum” (s.63).
Akın için söylenen “Şiirin bir annelik sanatı olduğunu da o gösterdi” (Ergülen, s.9), “şiiri insanlaştırmasının ardından, duyuların tümüyle şiirde yer aldığı, şiirin okunmasının yanında, adeta dokunulabilir, konuşulabilir, işitilebilir olması gibi duyularla kavranabilir bir şiir oluşturdu (…) Onu biricik kılan şeyse, şiiri insanlaştırmanın aslında şiiri kadınlaştırmak olduğu bilinciyle yaşaması ve bunu şiir olarak hayata taşımasıdır” (s.16). “Anacıl bir şiirdir. Hem şiirimizin ‘annesi’ diye nitelendirilir hem de Anadolu Bacıları geleneğinin çağdaş temsilcisi olarak kabul edilir” (s.22). “Annelik sanatı” (s.23) ya da “Bir annelik sanatı olarak şiir” (s.69-70). Ya da “kadın şairlerin annesi” (Atayurt, s.68) gibi saptamaları gerçekçi bulmuyorum. Akın’ın şiire yaşamını bütünleyen parçalardan biri olarak baktığını; okuduğu, gördüğü her şeyi paylaşırken şiire bir ifade biçimi olarak yaklaştığını düşünüyorum. Annelik de elbette onun yaşamını etkileyen en önemli tecrübelerden birisiydi; şiirinde yer almaması beklenemezdi. Kendisinin deyişiyle: “İster bireyci, ister toplumcu duyarlığı yansıtsın, her şiirim yaşamdan çıkmıştır. Her dizenin hayatımda, hayatımızda bir karşılığı vardır. Yazdıklarımın yeniden, yadırganmadan hayata katılması bundandır. Genç ozanlara da öneririm özellikle hayatı değiştirme savında olanların, hayatla yakın bir alışverişe girmeleri, oradan temellenmeleri zorunluluğu vardır” (1980) (2019, s.143). Le Guin’in hem anne hem yazar olarak söyledikleri Akın’ın annelik tecrübesiyle, “anne olmaya” bakışıyla örtüşüyor kanımca: “Anne olmak, bir kadının yapabileceği şeylerden biri, tıpkı yazar olmak gibi. Bir ayrıcalık, bir yükümlülük ya da yazgı değil. Yazan annelerden söz ediyorum çünkü bu konu neredeyse tabu. Çünkü kadınlara hem anne hem yazar olmaya kalkışmamaları anlatılmış. Çünkü bunun bedelini hem çocuklar hem kitaplar öder, çünkü bu yapılamaz, çünkü bu doğal değildir (s.106). Bunu yapmaya kalkışırsan da en fazla “anne yazar ya da şair” olabilirsin.
“Şiirimizdeki ‘duyarlı kadın’ ile ‘duyarsız kadın”ın başlıca örnekleri Gülten Akın’ın (1933) ‘Kestim Kara Saçlarımı’ ve Orhan Veli’nin ‘Cımbızlı Şiiri’dir. Aslında Gülten Akın’ın şiirlerindeki ‘duyarlı kadın’, Şükufe Nihal’in şiirlerindeki ‘duyarlı kadın’ın edebi genini taşır” (Yeşilyurt, s.2). Bu görüşün aksine Akın, kadında doğal, özünden gelen bir yaratıcılık ve duyarlık oluşuna karşı çıkar: “Kadın bir çelişkinin içindedir: Cins çelişkisi. Kadının insanlık içindeki durumu, ikincil çelişkidir (…) Yüzyıllarca, kadın bir duygudaş (sempatizan) olarak kalmıştır. Erkeklerin kadın duyarlığı diye ayırıp büyüttüğü şey, gerçekte bir duyarlık değil bir duygudaşlık, başkasının duygusuna katışma durumudur. Bir sürekli edilgenliktir yani. Bu sürekli edilgenlik, çoğu zaman, kızların daha kadın olmadan, kültür, bilim ve sanat alanlarında gerilemelerine yol açar. (…) Kadının yaratıcılığı bu yüzden kesinlikle bir başkaldırıdır. Bu başkaldırı, cinsler arasındaki gereksiz ayrım ortadan kalkıncaya dek sürecek, inanıyorum” (1977) (2019, s.70).
Düpedüz, lafı uzatmadan büyük bir farkındalıkla toplumsal cinsiyet ayrımcılığına değinir aynı metinde: “Küçük bir çocukken edilgin olma öğretilir ona. Ağaca çıkması, taşı uzaklara fırlatması, çelikçomak oynaması ayıptır. Dahası, yasaktır. Onun davranışları yumuşak olmalıdır. Beğenmesini, seçmesini değil, beğenilip seçilmesini bilmelidir. Erkek çocuğa duyulan saygı ona duyulmaz. Bebekle oynamalı, ev işlerine alışmalıdır. Son üç büyük dinde Tanrı da kadın olarak imgelenmez. Kızların Tanrı imgesi, yaşadıkça, önce baba imgesiyle, sonra koca, sonra da oğul imgesiyle çakışır. ” “Kadın” için “öteki cins” kavramını kullanır (1977) (2019, s.72).
Ursula K. Le Guin’in “ağzına kadar çocukla dolu bir ortamda yazması” (Le Guin, s.107) ya da Akın’ın “çocuklarını uyuturken, yemek pişirirken, sözlük çalışması yaparken, müvekkilini savunurken şiirlerini düşünüp, yazması” (Akın, 2019, s.193), Le Guin’le Akın arasında kalabalıklarda düşünebilme, yazabilme yeteneği açısından akrabalık olduğunu gösteriyor. Tabii bunun yazmaya ve insana karşı taşıdıkları sorumlulukların da ilgisi var: “İnsan sorumluluktur. (…) İnsanın, yaşam bilgileriyle beslenip kendini geliştirmesi yetmiyor. Yaşamdan aldığını bir biçimde ürüne dönüştürüp yaşama katması, kendini değiştirirken, yaşamı da değiştirip yükseltmesi gerekiyor. Her insan az ya da çok, bir şeyler yapmaya çalışıyor. Ama, kendi alanında usta bir çentik bırakmak, bu uç nokta, düşe değen yer (1992) (2019, s.173). (…) Sanatçı olmak, sorumsuz olmak değildir. Bu böyle biline” (1979) (2019, s.55). Ya da “sorumlu olanlar sorumluluk alırlar, hem bebek hem de kitap için” (Le Guin, s.111).
Gülten Akın’ın 1980’de sanat eseri üzerine söyledikleri onun ne kadar değişime açık, devrimci olduğunun göstergesidir: “Ben, bir sanat yapıtının konusu ne olursa olsun, bağrında bir umut çiçeği taşımasından yanayım. Ne köyler öylecene kalacak, ne kentler. Her şey değişecek hiç kuşkusuz. Değişmeyen ise, resimden resime, şiirden şiire geleceğe aktarılan çiçek olacak. Ama ustalıkla, ama incelikle, derinden derine ” (2019, s.18).
Kadın olarak yazmak kavramının bir anlam taşıması için yazma eylemi, kadınların kendi öznelliklerini biçimlendiren süreçlerin farkına vararak, bu süreçlere katılıp müdahalede bulunarak kimliklerini oluşturmalarının bir parçasıdır; bir haykırıştır. Yazma eyleminin kadın öznesi bedensiz, tarihsiz değildir. Bir kadının “kadın” olarak yazması kadın olduğu için bedenine kodlanmış olan “duyarlılık, kadınlık sezgisi, annelik” gibi biyolojik yaftalamalarla ilgili değildir; bir erkeğinkinden farklı bir toplumsal eylem olduğu için yazması önemlidir. Bu eylemin arka planında kadınların düşünsel etkinliklerini ikincil sayan köklü bir geleneğe, sisteme yöneltilmiş bir meydan okuma; bir isyan vardır… Kadın olarak yazmak, kadınların kimliklerini oluşturan söylemleri yok sayma, kesip biçme, yeniden yazma, tüm bir erkek egemen geleneğe karşı bir direniş gösterme pratiğidir. Tıpkı Gülten Akın’ın “Yaz Odası”nda dediği gibi:
“adam bağırıyor, hep bağırırlar
adamın buyurgan sesiyle bölünür
bölünsün. Onları usulca
topladım topluyorum
biter, ben giderim, olsun
sürdürür sözcükler” (s.575)
Kaynakça
Beyhan Uygun-Aytemiz, “Edebiyat ve Toplumsal Cinsiyet”, Toplumsal Cinsiyet Tartışmaları, Haz.: Feryal Saygılıgil, Dipnot Yayınları, 2016.
Didem Atayurt, Dişil dil: Bir örneklem olarak 1990’larda Türk edebiyatında ‘kadın’ şairler, Yayınlanmamış Yüksek Lisan Tezi, 2009.
Gülten Akın, Şiiri Düzde Kuşatmak, Yapı Kredi Yayınları, 2019.
Gülten Akın, Bütün Eserleri I, Yapı Kredi Yayınları, 2019.
Haydar Ergülen, Gülten ile Behçet; Gülten Akın ile Behçet Necatigil Üzerine Yazılar, Kırmızı Kedi Yayınevi, 2019.
Maggie Humm, Feminist Edebiyat Eleştirisi, Yayına Haz.: Gönül Bakay, Say Yayınları, 2002.
Meena Alexander, Women in Romanticism; Mary Wollstonecraft, Mary Shelly and Dorothy Wordsworth, Barnes and Noble, Savage, Maryland, 1989.
Sandra M. Gilbert-Susan Gubar, Tavan Arasındaki Deli Kadın, Çev.: Nil Sakman, Aylak Adam Yayınları, 2016.
Türkan Yeşilyurt, “Türk Şiirinde Kadın: Ne Olur Gitme Lavinia”, Fahriye Abla’dan Çanakkaleli Melahat’a; Modern Türk Şiirinde Kadın İmgesi, Yayıma Haz.: Deniz Durukan, Everest Yayınları 2012.
Ursula K. Le Guin, Kadınlar, Rüyalar, Ejderhalar, Haz.: Deniz Erksan-Bülent Somay- Müge Gürsoy Sökmen, Metis Yayınları, 1999.
[1] Bkz. Feminizm: Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce, Editör: Feryal Saygılıgil- Nacide Berber, cilt 10, İletişim Yayınları, 2020.
[2] Gülten Akın’ın ilk şiiri “Çin Masalı” 1951’de Son Haber gazetesinde yer aldı. İlk şiir kitabı Rüzgâr Saati (1956), son kitabı Beni Sorarsan (2013).
[3]Bu deyişi Gülten Akın kendi kullanır. Bkz Akın, 2019, s.72.
[4] Parantez içindeki ilk tarih Akın’ın gazete ya da dergide yazmış olduğu. İkinci parantez ise referans aldığım kaynağın tarihi.