abd’de, 1880’li yıllarda, korkunç çalışma koşullarına karşı işçi hareketi git gide büyüyordu. 1886 yılında, 25 nisan’dan itibaren chicago’da, sekiz saatlik iş günü için grev ve gösteriler başladı. 1 mayıs gün yapılan greve 35 bin işçi katıldı. devam eden günlerde onlara on binler eklendi, işçiler fabrika fabrika dolaşıp sınıf kardeşlerini greve çağırıyordu. 3 mayıs günü polis göstericilere ateş açtı, iki kişiyi öldürdü, ertesi gün yani 4 mayıs’ta, haymarket meydanında, polis şiddetini protesto etmek için bir eylem çağrısı yapıldı. sabahın daha sekizinde meydanda 3 bini aşkın işçi toplanmıştı. konuşmacılar, polis şiddetini lanetledi, sekiz saatlik iş günü talep etti, saat ona geldiğinde meydan boşalmaya yüz tutmuştu. o sırada 180 polisten oluşan bir topluluk kalanları dağıtmak üzere alana yöneldi. konuşmacı, bunun barışçıl bir eylem olduğunu söylediği sırada, polislerin arasında bir bomba patladı. 67 polis yaralandı, yedisi daha sonra öldü. polisler kalabalığa ateş açtı, 200 kişi yaralandı, ölenler oldu. yüzlerce kişi tutuklandı ama bombayı atanın kim olduğu tespit edilemedi. aralarında yazarların, konuşmacıların da bulunduğu sekiz kişi cinayet suçuyla yargılandı, hiçbir delilin sunulmadığı dava, amerikan hukuk tarihinin en adaletsiz davaları arasında sayılıyor. yedi kişiye idam cezası verildi, bu karar büyük tepki alsa da yasal başvurular sonuçsuz kaldı. 11 kasım 1887 günü sanıklardan dördü asıldı, biri kendini öldürdü. beş kişinin cenazesinde binler yürüdü, 1893’te, hapiste olan diğer üç sanık, haklarında yeterli delil bulunmadığı için affedildi. 1 mayıs ikinci enternasyonal tarafından 1904’te, sekiz saatlik iş günü ve proletaryanın hakları için mücadele günü ilan edildi. haymarket dünya solu için önemli bir simge oldu, ingiltere’de ilerici kitaplar yayınlayan, bu isimde bir yayınevi de bulunuyor.
başka bir 1 mayıs anlatısı
bu tarihsel anlatıya pek çok çok kez denk gelmişsinizdir. ama grev ve gösterileri örgütleyenler arasında anarşistlerin bulunduğunu, 4 mayıs gösterisi için çağrıyı yapanların ve haymarket şehitlerinin anarşist olduğu bilgisi bu anlatıda nadiren yer alır. ben mesela, bundan haberdar olana kadar, internet öncesi zamanlarda, defalarca 1 mayıs’ın tarihine dair konuşmalar dinlemiş, 1 mayıs gösterilerine katılmış, mermilerle, copla, biber gazıyla karşılaşmıştım.
bir gerçeğin, politikanın konusu olması, geniş kitlelere ulaşan propagandanın parçası olmasını gerektiriyor. benzer bir durum, sekiz saatlik işgünü, insanca ücret, insanca çalışma koşulları gibi, emekçilerin en temel hakları için verdiği mücadelede kadınların nasıl bir rol oynadığına konusunda da söz konusu.
emek sömürüsünün tarihi çok eski ama ücretli emeğin yani işçi sınıfının ortaya çıkışı sanayi devrimine yani 18. yüzyıla dayanıyor. bugünkü bilincimiz ve feminist tarihçilerin ortaya çıkarttığı bilgilerle, patriarkal sınıflar arasındaki mücadelenin işçi sınıfının saflarında da sürdüğünü biliyoruz. aynı mücadelenin sadece sınıfın içinde değil, aynı zamanda işçi sınıfı mücadelesinin saflarında da sürdüğünü de biliyoruz. şunun altını çizmek istiyorum, kadınların ücretli emek gücüne dahil olmasının, patriarkal tahakküm yani ailelerindeki, hizmetle sorumlu oldukları erkekler tarafından sınırlanması, hatta engellenmesi bildiğimiz, tanıdığımız bir olgu. ama tarihin bir aşamasında, kadınların, ücretli emek gücünün içinde yer alması, başka erkekler tarafından da engellenmişti.
aynı şekilde, kadınlar ücretli emek gücüne katılmaya başladıktan sonra, işçi sınıfı hareketinin saflarında yer almak için de mücadele vermek zorunda kaldı. [1]
biliyoruz, patriarkanın en önemli kurumu aile ama patriarkadan kaynaklanan baskı aileyle sınırlı değil. ve bütün bunlar geçen yüzyılların tarihine mahsus da değil.
söz, yetki, karar, kadınlara da
batı asya ve kuzey afrika için, 1990’lı yıllarda yapılmış önemli bir tespit var: bu coğrafyadaki demokratik hareketlerde kadınlar orta kademede etkindi, hareketlerin ilerlemesini ve yayılmasını mümkün kılıyorlar ama yönetim kademelerinde yer almıyorlardı. ama 21. yüzyıla geldiğimizde bu durum değişti. bu değişimin en önde gelen örneklerinden olan kürt kadın hareketiyle aynı toprakları paylaştığımız için şanslıyız.
arap kalkışmalarından ışid’e karşı mücadeleye kadınlar hep ön saflarda ve aynı zamanda karar mekanizmalarında yer aldı.
türkiye’ye dönecek olursak, kadın kurtuluş hareketi ülkenin en önemli muhalif güçlerinden biri, kadınlar muhalif hareketlerde de aktif ve karar mekanizmalarında yer alıyor. birçok kurum, kadın ve erkekten oluşan eş başkanlık veya eş sözcülük sistemini benimsedi, karma örgütler de kadın hareketinin taleplerini seslendiriyor. kadınların hem saflarında hem de karar mekanizmalarında yer almadığı bir hareketin demokratik sayılması artık mümkün değil. bu ilkesel olgunun yanı sıra, böyle bir hareketin bir hareket olması, toplumda karşılık bulması da zor.
bunun tek istisnası sendikal hareket.
artık git gide daha fazla, solun asrı saadet’i olarak sunulan 1980 öncesi yıllarda, “işçi” denince akla gelen, bıyıkları ve kaslarıyla bir erkekti. tıpkı orhan taylan’ın efsanevi afişinde olduğu gibi. sendikaların çok önemli işler başardığı, “sendikacı”nın, haklı sebeplerle kahramanlarımız arasında sayıldığı yıllardı ve sendikacı imgesi de erkekti. onu izleyen, 1990’lı yıllarda, önemli işçi kalkışmaları oldu. biraz da işkollarından kaynaklı olarak, bu süreçte de işçi imgesi erkek, sendikacı imgesi, takım elbiseli bir erkekti.
sendikacı profilinde bir değişiklik var. artık sadece takım elbiseli erkekler değil, kapüşonlu polar giyen erkekler de görüyoruz. sendikal bürokrasinin dışına işaret eden bu değişim önemli. birçok önemli işçi direnişinin sendikaların dışında örgütleniyor olması, sınıf mücadelesinin sendikal hareketin dışına taşması, son dönem işçi mücadelelerinin tipik özellikleri arasında yer alıyor. ama buna da şükür diyemeyiz.
bu taşmanın, sendikaların işçi sınıfının mücadelesini kucaklamakta yetersiz kalmasının nedenleri üzerine düşünürken kadınların temsili meselesinin gündeme gelmemesi makul olabilir mi? kadınların temsili derken sadece kadın işçilerin örgütlenmesini, karar mekanizmalarında yer almalarını kastetmiyorum. aynı zamanda kadınların –hem kapitalizmden hem de patriarkadan kaynaklanan- kendilerine özgü sorunlarının sendikaların gündeminin parçası olması, bu sorunların eşitlikçi ve özgürlükçü çözümlerinin taleplerin arasında yer alması gerekliliğini hatırlatmak istiyorum.
ne soralım abime?
mesela, emek gücünün güncel durumunu tahlil ederken şöyle bir soru sorabiliyor muyuz: bir tekstil ve gıda ülkesi olan türkiye’nin bir inşaat ülkesi olması yani kadınların çalıştığı sektörlerden neredeyse sadece erkeklerin çalıştığı sektörlere geçilmesi, emek gücü içindeki kadınları nasıl etkiledi?
talepler konusuna gelince, sadece, “kadınlarımız namusumuzdur” gibi söylemler içine sığdırılabilecek, işyerinde taciz gibi konuları da kastetmiyorum ki bunların gündeme gelmesi bile büyük gelişme.
örneğin, çocuk bakımının kadınların sorumluluğu sayıldığını biliyoruz. buna kamunun destek olması gerektiğini de. işyerlerindeki kreşlerin bunun çok iyi bir yolu olduğunu da. ama şunu sık sık unutuyoruz sanki; kreş talebini bir işyerinde çalışan kadınlar üzerinden değil de bir işyerinde çalışan emekçi sayısı üzerinden oluşturduğumuzda çok şey değişir. bu babaların da çocuklarının bakımı konusunda sorumluluk almasının yolunu açar. doğum izninin, devredilemez bir biçimde hem anneye hem de babaya tanınması, benzer bir etki yapar. birçok babanın, doğum iznini, kahvede arkadaşlarıyla geçirmesi ihtimalinin ben de farkındayım. ama iki ebeveyne de izin verilmesi, kadınların anne olmak istedikleri zaman, doğum izni vb… sebeplerle işten çıkartılmasını engeller.
cevabı nerede
türkiye’de kadın hareketinin zengin deneyimi, sendikalara onlarca yaratıcı öneri ve çözüm sunuyor. örneğin kayyum öncesi belediyelerde, şiddet faili erkeğin ücretinin şiddete maruz kalan eşine verilmesi gibi…
cinsiyetle ilgili meseleler kadınlarla sınırlı da değil. örneğin, istihdam konusunda büyük sıkıntı yaşayan eşcinsel ve translar için işyerlerinde kota olması sınıfın talepleri arasına giremez mi?
türkiye’deki sendikalarda neler olup bittiğine, kadınların temsili konusunda nerede olduğuna benden çok daha vakıf olan yazarlar, kadın işçi’nin yazarları ve okurları arasında var; o yüzden haddimi aşmak istemem. ama bir emekçi olarak, bunlara kafa yormayan, gündemine almayan bir sendikal hareketin ne kadar ilerleyeceğini sormak hakkımdır, diye düşünüyorum.
1 mayıs’ta ve her alanda, mesele sadece birbirimizin elini bırakmamak değil, kimseyi geride bırakmamak!
[1] Bu konuda şu yazıyı okumanızı öneririm. https://umutgazetesi40.org/arsivler/29202?fbclid=IwAR3c09UROK2DEvuAJHPpi8lXclbdYU5IK_AAhk9IUssKHEFtBVNB9104Zho-