hatırlayanlar vardır, 12 eylül’den sonra, 1 mayıs’ta taksim meydanı’na çıkma kararı ilk kez 2007 yılında alındı. gaz, tazyikli su ve gözaltılara rağmen meydana çıkanlar oldu. o yıl kabataş’tan püskürtülen gruptaydım, 2008 ve 2009 yıllarında da mecidiyeköy’den itibaren yürüdük. her seferinde özellikle gazla karşılaştık ama meydana girdik. şunu hatırlatarak devam edeyim. ne gaz daha sonraki gazlar gibiydi ne de meydan bu şekilde kuşatılıp işgal ediliyordu. 2010, 2011 ve 2012’de taksim’de, çok kalabalık, çok muhteşem eylemler yaptık. 2013’te, inşaatla ilgili bir bahaneyle tekrar yasak geldi. o gün yasağı delmekte kararlıydık. mecidiyeköy’de harbiye’ye uzanan kortejdeydim, tamamen alfabetik sıralamadan kaynaklanan sebeplerle öndeki sıradaydım, etrafımızı göremeyecek kadar yoğun gaza maruz kaldık. birkaç hafta sonra gezi başladı.
bu üç eylemin, 2008, 2009 ve 2013’ün ortak noktası, pankartları ve kalabalığıyla gerçek kortejlerin bulunmasıydı.
kitlesel olmayan eylemlerin değersiz olduğunu aklımdan bile geçirmem. ama olağan koşullarda 100 binlerin katıldığı bir eylemin işaret fişeği de belli bir sayıda insanla gerçekleşir bence.
basından takip edebildim, bu 1 mayıs’ta taksim’e yönelen gruplar arasında, işçilerin çoğunlukta olduğu, sendikal karşılığı olan kortejler vardı. bugünün konjonktüründe, bunun yani işçi sınıfının birlikte hareket edebilen bir sınıf olarak gücünü göstermesinin her zamankinden önemli olduğunu düşünüyorum. başka bir konjonktürde taksim hafızasını canlı tutmak için, az sayıda dahi olsa bir grup insanın cesaretini ortaya koyması anlamlı olabilir ama emeğin bu kadar yoğun ve arsız bir saldırı altında olduğu bugün, cesaretimizi değil gücümüzü göstermenin zamanıdır, diye düşünüyorum. ki dar bir grupla da güç gösterecek eylemlerin mümkün olduğunu biliyoruz. nitekim çok yakın bir geçmişte, sabancı’nın inine dayanan yol arkadaşlarımız var; onlarla gurur duyuyoruz.
cesaret, düzenle, sistemle derdi olan ve bunu değiştirmek için çabalayan insanlar için vazgeçilmez bir duygu durumu. ama bunun tek/temel kriter olması erkek egemen kültürün parçası. mesele cesaret değil, doğru, yararlı, sonuç alan bir işi gerçekleştirecek cesarete sahip olmak. bu bir yana, böyle ağır bir saldırı altındayken, esas tartışmanın kimin daha cesur ve kararlı olduğu üzerinden olması doğru mu? bu 1 mayıs’ta hangi taleplerin yükseltileceği çok daha önemli değil miydi? örneğin 1 mayıs’ın tarihinde büyük yeri olan 8 saatlik işgünü bugünün türkiye’sinde hâlâ çok önemli bir ihtiyaç değil mi?
8 saatlik işgünü, fazla mesai ücreti! arzu çerkezoğlu’nun kürsü konuşmasında bahsettiği, asgari ücretin yeniden düzenlenmesi… toplu iş sözleşmelerinin ikinci altı aylık dilimine girilirken, emekli maaşlarının ikinci dönemi yaklaşmışken dillendirilecek onlarca talep olmalı. göçmenlerin durumu hem de böyle çarpık bir biçimde ülke gündemindeyken söylenecek başka şeyler var. bunlar olmayınca, yükselen işçi mücadelesinin neden alanlara yansımadığına şaşmamalı, bence. bu bağın çok hızlı kurulmasını beklemek gerçekçi değil ama o talepler tespit edilmeden ve dillendirilmeden kurulabileceği fikri de gerçekçi değil.
şunu da hatırlatmak istiyorum. farklı alanlardan yükselen taleplerin gerçekleşmesi için bir iktidar değişikliğine işaret etmenin ertelemecilik olduğunu biliyoruz.
nasıl bir iktidar değişikliği?
ücretli/ücretsiz emeğin kısa vadeli taleplerinin seçimlerle gerçekleşecek bir iktidar değişikliğiyle gerçekleşmesi, “bizden” birilerinin meclis’te yer almasıyla değil, o taleplerin iktidara talip olanların programına girmesiyle mümkün ve bunun için formüle edilmeleri ve dillendirilmeleri gerekiyor.
ücretli/ücretsiz emeğin kurtuluşunu mümkün kılacak, üretim araçlarının kamulaştırılmasına dayanacak bir dönüşüme işaret etmek tabii ki anlamlı ama bunun önündeki, örneğin kontrgerilla gibi engellerle baş etmekle ilgili bir çalışma, fikir, örgütlenme, düşünce sürecine işaret etmeksizin bu dönüşüme yani devrime işaret etmek ertelemecilik bile değil.
peki kürsü nasıl olmalı
1 mayıs’ta datça’daydım, başka yerlerden izlenimler dinledim, okudum. devrimci/sosyalist/sendikal hareketlerin feministlerden öğrenecekleri şeyler olduğunu daha önce çok sık yazdım. (efsane 8 mart eylemlerinin de cesaret üzerinden okunduğunu görüyorum ama bu çok yanlış bir yorum. o cesareti ortaya çıkartan politik basirettir.) bunların başında kürsü meselesi geliyor. gece yürüyüşlerinde uzun konuşmalar, sabit kürsü bulunmaması o canlılığın sebeplerinden biridir. dövizlerin, sloganların, genel anlamıyla sözün merak uyandıracak şeyler olması da bir başka nokta. şurada dostlar arasındayız ve dost acı da söyler. 1 mayıs kürsülerinde yapılan konuşmaları dinleseniz, ne zaman yapıldığını anlayamayabilirsiniz çünkü aynı klişelerin tekrarından oluşuyor. kimse kürsüyü dinlemiyor çünkü söylenenleri alandaki herhangi biri de ezberden söyleyebilir! bunun bir sebebi yukarıda değinmeye çalıştığım siyaset eksikliği, bir kısmı da solun dışarıdan anlaşılmaz, akıl erdirilmez temsil ilişkileri.
feminist hareketle ilgili dikkat çekmesi gereken bir başka nokta, bütün tartışmalara, görüş ayrılıklarına, farklı örgütlenmelere rağmen ve bütün bunlarla birlikte, “feministler” pankartıyla yürüme iradesi.
bunu hatırlatarak devam edeyim. uzun yıllar sendikal harekette yer almış bulunan, şimdi de kadın işçi’yi inşa eden kadınlardan biri yani alana hakim olan necla akgökçe’nin kadın işçi’deki yazısı https://www.kadinisci.org/2022/05/03/1-mayista-her-kortejde-feminali-mor-bayrak-vardi/ önemli tespitler, gözlemler ve karşılaştırmalar içeriyor.
bir eklemede bulunmak istiyorum. feministler, örgütlenmeye başlamalarından sonraki ilk 1 mayıs’ta pankartlarıyla yer aldı. o zamandan beri her alanda bulundular. bütün eylemlerde ve bütün 1 mayıs eylemlerinde tabii ki lgbti+’lar bulunmuştur ama bir politik grup olarak pankartlarıyla ilk yürümeleri ankara’da 2001 yılında gerçekleşti. onların alandaki varlığını da tartışmaya açmaya çalışan son yıllarda yükselen gericiliktir. ancak bunun bizleri teslim almaması gerekir. bugün bu iki hareketin de geldiği noktada alanda temsilin yeterli olmadığını, taleplerini ifade etmenin çok daha önemli olduğunu düşünüyorum. yoksulluğun ve işsizliğin en fazla vurduğu kadınlar, eşcinseller ve translar için sendikal hareket hangi talepleri yükseltebileceği konusunda düşünmemiz ve bunları alanlara taşımamız, sınıfın taleplerinin parçası haline getirmemiz gerekiyor, bence.
geleceği inşa edecek olan bizim ellerimiz, bedenlerimiz, emeğimiz ve aklımız. kendimizi ve başkalarını bunlardan mahrum bırakmaya hakkımız yok.