Nuran Gülenç
“Üreten biziz yöneten de biz olacağız, sloganının hayat bulduğu yerdi Tariş. Kadın işçiler direnişin içindeydi, aktifti. Ama tarihte pek çok kadın direniş ve grevinin görmezden gelindiğini biliyoruz. Tarihi erkekler yazdığı sürece de kadınları görmezden geleceklerini öngörebiliriz.”
Kendisi de Tariş’te işçi olarak çalışan şu anda Berlin’de yaşayan belgesel film yönetmeni Hülya Karcı ile son filmi “Bir Makas Değişimiydi Tariş” filmi üzerine söyleştik. Karcı’nın filmini diğer işçi direnişi belgesellerinden ayıran önemli bir özellik de kadın işçinin eyleyen- eyleyene yardımcı olan değil- olarak bu belgeselde yer almasıydı. Hülya Karcı’nın bir de müjdesi var: Filmi yakında dijital olarak paylaşacaklarmış. Web sayfaları www.payizfilm.com’dan filme ulaşabileceksiniz.
Sizi tanıyabilir miyiz?
1978-1985 arasında Tariş Üzüm İşletmesi’nde işçi olarak çalıştım. 1997’de Dokuz Eylül Güzel Sanatlar Fakültesi Tiyatro Bölümü’nden mezun oldum. Yaklaşık 20 yıldır Berlin’de yaşıyorum. Tiyatro ve belgesel sinema alanında Almanya ve Türkiye’de çalışmalarımı sürdürmekteyim.
İşçilikten belgesel yapımcılığına uzanan sürecinizden söz eder misiniz?
Tariş’e girdiğim yıllarda aynı zamanda DTC Fakültesi’nde öğrenciydim. Ama okuldaki boykotlar yüzünden öğrenime ara verilmişti. Ayrıca çalışmam gerekiyordu. O yıl iktidar değişmişti ve her yerde yeni işçi alımları vardı. O ara İzmir’de Tariş Üzüm İşletmesi’nde “geçici” olarak işe başladım. Ama o “geçicilik” bütün ömür boyu sürecek bir hayat anlayışı kazandırdı bana. Tariş’te çalıştığım yıllarda edindiğim deneyimler ve arkadaşlıklar paha biçilmez değerdeler hala. Hem toplumsal hayat hem de kişisel hayatımda birçok değişiklik yaşadıktan, neredeyse 12 yıl sonra tekrar akademik hayata dönmeye karar verdim. O zamandan beri hem tiyatro hem de belgesel sinema alanında çalışmaya devam ediyorum.
Belgesel fikri nasıl ortaya çıktı? Çekimlerine ne zaman başladınız? Belgesel hangi aşamada?
Yıllardır Tariş’teki direniş üzerine bir film çalışması yapmayı istiyordum. Benim hayatımın projesi diyebilirim. Belki de bilinçaltımda Güzel Sanatlar Fakültesi’ne girme nedenim buydu. Aynı zamanda sinema bölümünün yüksek lisans derslerine de misafir öğrenci olarak katılma şansı edindim. Öğrencilik yıllarımızda, daha sonra da belgesel filmlerimizi birlikte çektiğimiz sevgili Meltem Öztürk ile İzmir’de yaşayan yaşlı komünistlerle röportajlar yapmaya başlamıştık. Bu videolardan bir kısa film de çıkardık. Okul bitince Meltem de Paris’e gitmişti. 2010’da “Eylül Çocukları” adlı ilk belgeselimizi çektik. “Bir Makas Değişimiydi TARİŞ” bütçe bulamadığımız için tozlanmaya bıraktığımız sayısız film konseptinden sonra bütçesini karşılayabileceğimiz formatta çektiğimiz dördüncü belgeselimiz. Bizim 40 yıldan fazladır görüştüğümüz bir Tarişliler grubumuz var. Hemen hemen hepimiz aynı yaşlardayız ve aynı dönemde Tariş’e girmiştik. O zamanlarda yakın siyasi görüşlerdendik. Birlikte büyüdük sayılır, evlendik, çocuklarımız oldu aynı yaşlarda, şimdi de torunlarımız var… Yıllar bizi farklı siyasi anlayışlara yöneltse de, yaşam felsefemiz değişmedi. Dostluğumuz, dayanışmamız, haksızlıklara karşı çıkışımız, amasız adalet anlayışımız arttı, eksilmedi. Bunun da altını çizmek isterim. Bugünün kutuplaşmış, politize olmuş ilişkilerine bakınca imrenilecek bir bağdır bu…
Her görüşmemizde o günleri andıkça bir film projesinden de söz ederdik. Bu anlamda filmi hep birlikte yaptık/kotardık diyebilirim. Gençlik yıllarımızdaki iyi kötü örgütçülük, dayanışma, kolektivizm deneyimlerinin belgesel filmin hazırlık, çekim ve gösterim organizasyonlarında çok faydasını gördük… 40 yıllık bir hazırlık sürecinden sonra 2018’de çekimlere başladık. 2019’da belgeseli başta İşçi Filmleri Festivali olmak üzere pek çok yerde gösterdik. Pandemi koşulları maalesef gösterimleri engelledi. Bu süreci biz de filmi tekrar gözden geçirmek için kullandık. Nihayet iki arkadaşımızın sponsorluğuyla AP’den (Associated Press) satın alabildiğimiz dönem video filmlerini filme ekledik. Artık filmi DVD olarak bastıracağız ve dijital platformlarda gösterebileceğiz.
Tariş direnişinin ortaya çıktığı koşullardan, dönemin Türkiye’sinden, İzmir’inden söz eder misiniz?
Filme başlarken seyirciyi şöyle bir kısa metin karşılıyor: “ 70‘li yılların ikinci yarısı, “sağ-sol çatışmasının arttığı” yıllar olarak resmi tarihe yazılmış olsa da resmi olmayan tarihte, Türkiye’de demokratik ve sendikal hakların genişlediği ve bu haklar için mücadele etmenin sayısız örneklerinin yaşandığı yıllardır. İşte bu örneklerden biri de işçilerin, beyaz yakalıların, semt sakinlerinin, kısaca İzmir’in topyekün dayanışma içinde giriştiği efsanevi Tariş direnişidir. Bu belgesel film 1978’te Tariş Üzüm İşletmesi’nde tanışmış ve 1980’deki Tariş direnişiyle hayatlarının dönüm noktalarından birini yaşamış bir grup gencin hikayesidir. Bizi değiştirip dönüştüren o yılların ve Tarişlilerin bu direnişi unutulmasın, bugüne ve yarına cesaret versin diye …“Bunun anlamı şu ki, askeri darbe ve basının da etkisiyle o yıllar sadece sağ-sol çatışmalarının yaşandığı, darbe yapılsa da kardeş kanı dursa, söyleminin yaygınlaştırıldığı yıllar olarak anılıyor genellikle. Yüzlerce yıldır totaliter rejimlerin hafızayı kurgulaması çalışmasının bir örneği. Biz bu belgesel filmle tarihin üzerine sinmiş unutma tozunu ıslak bir bezle almak istedik. O yıllar derin devlet tarafından körüklenen sokak çatışmaları ve cinayetlerle “anarşi” olarak adlandırmaya heveslendiği büyük bir demokratikleşmenin, sendikal, örgütsel hakların ve bunlar için verilen mücadelenin örnekleriyle dolu yıllardı. Bugünden bunu hayal etmek bile çok güç. Haksızlıklara, anti demokratik girişimlere karşı inanılmaz bir karşı çıkma refleksi hakimdi. O günleri yaşamış olan bizler için bugünkü suskunluğu, işçi eylemlerindeki ıssızlığı anlamak hem mümkün değil hem de hüzün verici… Uzun lafın kısası, İzmir “Akdeniz usulü ateşli demokrasi savunuculuğunun ve kalenderliğinin” beşiği olarak ayrı bir kategorideydi sanırım… Tariş malum yüzde 51 hissesi devlete ait olan ve bu nedenle de iktidarların oyuncağı/çiftliği haline getirilmiş, 80 bin üretici ortağı, beş bine yakın çalışanı ve ailelerini de düşündüğümüzde büyük bir kitle potansiyaline sahip bir kuruluştu. İşletmeleri bütün Ege Bölgesi’ne yayılmış durumdaydı. Bu bölgede üretilen ürünlerin işlendiği devasa bir kooperatifti. CHP iktidara geldiğinde Ülkü Ocakları’nın çiftlik haline getirdiği işletmeler, gerçekten yüzü insan haklarına dönük, hak temelli iş anlayışına sahip liberallerin yönetime gelmesiyle gerçek üretim mekânlarına dönüştü. O yıllarda Tariş’in Türkiye ekonomisine katkısının yüzde 25 olduğu söylenir. Üretim hızlandı, buna bağlı olarak çalışma koşulları insanileşti. DİSK’e bağlı sendikalar işletmelerde çoğunluğu kazandı. O zamanlar İskandinav ülkelerindeki işçiler gibi gelir ve haklar edindiğimiz söylenirdi. İşletmeler kazandıkça işçilerin de kazancının çoğalması söz konusuydu. İmrenilecek adımlar, değil mi? Bugün vahşi kapitalizmin pençesi altında yaşananlara bakınca… Bizim filmde de özellikle altını çizdiğimiz bir diğer ayağı ise üretici çocuklarının işletmelerde yani üretimde yer alması politikasıdır. Bu girişim bana bugün bile inanılmaz, çağının ilerisinde ve innovatif gelir. “Üreten biziz yöneten de biz olacağız”, sloganının hayat bulduğu bir ortam hâkimdi… Geçmişe güzelleme yaptığım düşünülmesin; tabii ki bir sürü tatsız olay da yaşanıyordu. Ayrıca onlarca sol örgütlenme söz konusuydu. Bunlar arasında da kanlı çatışmalar yaşanıyordu… Demokrasi hareketinin bu yükselişini “anarşi” olarak duyurmaya çalışan devlet aklının işine gelen durumlardı tabii ki…
Tariş direnişi 80 darbesinin hemen öncesinde ortaya çıkmış bir direniş, diğer işçi direnişlerinden farklı kılan özellikler nelerdir?
Evet, 1980 askeri darbesinin hazırlıkları yapılıyordu zaten. Siyasi iktidar değişmişti. Milliyetçi Cephe hükümeti gene iktidardaydı. Direnişin başladığı günler Türkiye’yi bugün bile etkisi altında bulunduran 24 Ocak Kararları ilan edilmişti. Tariş direnişi bu oyunları bozan bir karakter taşıyordu. Gazete ilanlarıyla, terörist arıyoruz bahanesiyle işten çıkarılmalara karşı bir direniş başlatıldı. İlk adım işini kaybetmemek, haksız siyasi işten çıkarmaları önlemekti… Ülkücüler iş çıkışları işletmelerin kapısında bekliyor, pusu kuruyor, küfrediyorlardı. Polis de hiç bir müdahalede bulunmuyordu. Hepimizin tanıdığı devletin tüm kuvvetleri ve kurumlarıyla öç alma mekanizması harekete geçmişti. Kendi güvenliğimizi kendimiz almamız gerekiyordu. Dolayısıyla can ve iş güvenliğimiz tehlikedeydi. Tariş direnişi bu saikle Ocak ayında başladı ve 14 Şubat’a kadar devam etti. Asker, polis, tank ve panzerlerle işletmeleri bastılar, yıktılar, ateş ettiler ve insanların ölümü ve yaralanması pahasına direnişleri sonlandırdılar. Binlerce işçi işten atıldı… Başta 15-16 Haziran direnişi olmak üzere bütün direnişleri saygıyla anıyorum. Sonunda yasa değişimine ya da hak kazanımına yol açan direnişlerdi çoğu. Daha çok sendikal haklar için örgütlenmiş direnişlerdi… Hepsinin işçi direniş tarihimizde önemli bir yeri var, mihenk taşlarıdır hepsi. Tariş’i farklı kılan, sanırım, direnişin devletin siyasi bir saldırısına karşı örgütlenmiş olması. Direnişçilerin çok büyük bir kitle tabanına sahip olması, siyasi boyut kazanması ve tüm İzmir’i, beyaz yakalıları, öğrencileri de dahil eden topyekün bir dayanışmanın içine sokmasıydı. O zamanki hızlı çalışan demokrasi refleksimizle tüm İzmir’i hareket geçirmişti. Benim için Tariş’i diğer işçi direnişlerinden ayıran yanlar bunlardır. Bütün taraflar sertti ve uzlaşmacı değildi ayrıca. Biz direnişten vazgeçmiyorduk devlet te planlarının bozulmasına göz yummuyordu. Farklı sol örgütlerin bir araya gelebilmesi de takdire şayandır. Tabii ki çok büyük tartışmalar vardı örgütler arasında ama sonuç itibariyle bir araya gelinebilmişti. Hele 26 Ocak 1980’de DİSK’in düzenlediği İzmir demokrasi yürüyüşünün Tariş işçileriyle dayanışma yürüyüşüne dönüşmesi küçümsenecek bir örgütlenme birliği değildir. Özellikle bugün örnek alınacak protesto hareketlerinden biridir.
Tariş direnişini yaşayan bir kadın işçi olarak, direnişin hayatınızdaki yerinden, size bıraktığı izlerden söz eder misiniz?
Belki bir parça tekrar olacak. O yıllarda hem siyasi ortam çok canlıydı, hem çok ilginç bir iş ortamındaydım, hem de gençtim. Bu üçü bir araya gelince gerçekten insanın devrim yapmayı hayal etmemesi imkânsızdır, değil mi? O iki yıl benim hayata bakış açımı, hayallerimi çok değiştirdi. Hem olumlu hem de olumsuz anlamda. Filmde de söz ediyoruz bundan. Tariş bizim için bir okuldu ve hayatımıza yön veren pek çok şeyi orada öğrendik. Bir makas değişimi yaşadık Tariş’te. O kısa sürede belki de 20 yıllık deneyimi yaşadık. Devlet şiddetiyle çoğumuz ilk defa orada karşılaştı. Sevdiğimiz, şakalaştığımız, gün batımında kordonda bira içtiğimiz arkadaşlarımız işkencede öldürüldü ya da idam edildi. Biz işte o iki- üç yıl içinde yetişkin oluverdik. 1980 darbesiyle şarkılarımızla, gülüşlerimizle çınlayan işletmeler, Kemeraltı sokakları ölüm ıssızlığına bürünüverdi… Bu kadar güçlü ve yoğun bir dönemden sonra ancak birbirimizle teselli bulduk belki. Birbirimize sığındık ve bu hala da devam etmekte…
Belgeselde kadın işçilerin anlatılarına/deneyimlerine yer vermişsiniz, kadın işçiler direnişin neresindeydi, nasıl sürece dahil oldular? Geleneksel emek tarihi yazımında ve anlatımlarında kadın işçilerin deneyimlerinin olmamasını neye bağlıyorsunuz?
Bu sorulara birkaç cümleyle cevap vermek imkânsız tabii. Kısaca ifade etmeye çalışacağım gene de. İzmir’deki yaşam biçiminin kadınlar için rahat ve güvenli olduğunu biliyoruz. O zaman çok daha rahattı, diyebilirim. Akşam kadın arkadaşlarla işten çıkıp otostopla kordona bira içmeye gidilirdi mesela. Bu örneği şu yüzden verdim, kadınlar her yerdeydi ve görünürdü. Hatta “solcu” kadınlar biraz daha ahlakçı ve çekingen bulunurdu “solcu olmayan” kadınlar tarafından. Kadınların yoğun çalıştığı bir işletmeydi bizimkisi. Yaş ortalaması da gençti. Her zaman da aktiftiler. Kadın işçiler direnişin içindeydiler ve sonuna kadar da örgütlenmenin her aşamasında yer aldılar. Sendika temsilcileri genellikle kadınlardı. Ta ki karar mekanizmalarına kadar. Karar mekanizmalarında başta sol örgütlenmeler olmak üzere, erkek egemen mekanizmalarda kadınlar ancak temsili olarak var olurlar. Geçmişte de ne yazık ki böyleydi. Hala da böyle. Tabii ki bir parça değişiklik var. Ama erkeklerin kolay kolay iktidar mekanizmalarını bırakmaları söz konusu olamıyor. Geleneksel emek tarihi yazımını genel tarih yazımından ayrı düşünemiyoruz ne yazık ki. DİSK işçi tarihini yazıyor, ne güzel. Ama tarihte kadınların yoğun çalıştığı pek çok iş yerindeki direniş ve grevlerin görmezden gelindiğini işçi tarihi yazımlarında tek cümleyle bile yer almadıklarını bugün hepimiz biliyoruz. Tarihi erkekler yazdığı sürece kadınları görmezden geleceklerini öngörebiliriz.
Siz 1980 öncesinde sendikal ve siyasi mücadelenin yükseldiği bir dönemde işçilik hayatınıza başladınız? O günlerde kadın işçilerin hem sendikal alanda hem de siyasi alanda yer almasının önündeki engeller nelerdi? Bunu neye bağlıyorsunuz? Gözlemlediğiniz kadarıyla o günden bu güne neler değişti?
Yukarda söz etmeye çalıştığım gibi, çok güçlü bir sol hareket vardı. Sendikal haklarda kadının çalışma koşulları da iyileştiriliyordu. İşyerlerine kreşler açılıyordu. İlerici Kadınlar Derneği, kadın hareketinin sol siyasi örgütlenmeden bağımsız gelişmesi gerektiğini iddia ediyor, kadın haklarının devrim sonrasına ertelenmemesi konusunda diretiyor ve çatlak ses olarak rahatsız ediyordu. Ama sol anlayışta pek çok kurum ve kadın da kadın bağımsızlığının devrim sonrasında çözüleceği görüşüne sahipti. Hele bir duralım, devrim hareketini zayıflatmayalım, anlayışıyla susuyor, sabrediyordu. Ama bunun tersini iddia eden kadınlar da vardı. 1980 sonrası kadın hareketinin sol hareketten bağımsızlık kazanarak yolunda yürümesi bence kadın hareketine çok şey kazandırdı. Bugün siyasal ve sendikal kazanımların neredeyse yok edilmesi, örgütlenmenin zararlı bir şey olduğunun çoğunluk tarafından kabul görmesi, hak taleplerinin “anarşi” yarattığı algısı, 1980 öncesinden propagandası yapılan, totaliter rejime zemin hazırlayan sürecin sonucudur. Hak taleplerini bir demokrasi hareketi değil de “anarşi” yarattığını ileri süren bununla halkı korkutan, terbiye eden bir devlet aklı/totaliter devlet aklı… Böylece sendikal örgütlenmeler kuşa çevrildi ve etkileri azaltıldı. Bunu bir kenara koyalım. Bu büyük bir sorun. Aynı zamanda ama yükselen bir kadın hareketi de var Türkiye’de. Bunu son derece siyasi bir protesto hareketi olarak görüyorum. Son yıllarda Türkiye’de devletin geri adım attığı tek girişim “İstanbul sözleşmesinden” çıkma fikrinden geri adım atmasıdır. Bu, kadınların kuşaklar arası mücadele yöntemlerini, bilgi aktarımını erkeklerden daha samimi, egosantrik ve karmaşık olmayan yollarla yaptıklarının göstergesi bence. Kadın hareketi tüm dünyada yükseliyor. Almanya, Polonya, Türkiye ve daha pek çok ülke çok güzel örnekler veriyor. Türkiye’ye demokrasi özellikle kadın hareketinin öncülüğünde gelecek, diye görüyorum buradan…
Belgeseli izlemek isteyen okuyucularımız nasıl ulaşacaklar?
Bu arada 41 yıl önce bu günlerde Tariş’te direnişteydik. Direnişin 41.yılındayız. Bu vesileyle tekrar anmak isterim. Yakında filmi dijital olarak paylaşacağız. Bizi web sayfamızdan takip edebilirsiniz: www.payizfilm.com
Son olarak eklemek istedikleriniz?
Filmi izleyenlerin göreceği gibi, bu film o yılları birlikte yaşamış ve daha sonraki yaşamlarında da bu direniş yıllarının etkisiyle birbirlerinden kopmamış bir grup “gencin” hikayesi. Biz efsanevi Tariş direnişine kendi penceremizden ve bir parça da siyasi, sendikal pencereden bakmaya çalıştık. Bu film direnişin yalnızca Üzüm İşletmesi penceresidir. Umarım başka arkadaşlara cesaret verir bu girişimimiz. Onlar da puzzelın diğer parçalarını görünür hala getirecek estetik yollar bulurlar. Zira geçmişimizin hak aramada örnek eylemlerini bugün gençlerimizin bilmeye hakları var, cesaret için, umut için, toplumsal barış için…
Belgesel filmimize ilgi gösterdiğiniz için çok teşekkür ederim.