İçimizde taşıdığımız yazılar

Olsen, Mansfield, Ernaux, Baran... Yaşamları boyunca yazdıklarına güvenmediler, tatmin olmadılar; yazmaktan korktukları, kaçmaya çalıştıkları anlar oldu belki. Ancak içlerindeki yazıları saçabildiler. Onları zorlayan kelimelerin haykırışlarına kulak verebildiler. Durup biz de kulak verelim: İçimizde hangi yazıyı/hikâyeyi taşıyoruz?
Paylaş:

Joanna Russ, kült eseri Yazmak Yasak’ta kadınların yazmasının önündeki resmi ve gayriresmî yasaklardan bahseder (Russ 2022: 18). Gayriresmî yasakların en güçlüleri serbest zaman eksikliği ve yoksulluktur. Yaşamları temizlik, yemek pişirme, çocuk ve yaşlı bakımı gibi mesaisi hiç bitmeyen işlerle örülü olan kadınlar için serbest zamandan söz etmek mümkün değildir. Bir de buna ücretli işte çalışarak yaşamı idame ettirme çabası eklendiğinde, yazmak için gerekli olan serbest zamana sahip olmak iyice imkânsızlaşır.

Kadınlar olarak “kendine ait bir oda”dan önce “kendine ait bir zaman”ımız yok. O odada, masada, koltukta saatlerce oturup okuyabileceğimiz, yazabileceğimiz yekpare bir zamana sahip değiliz. Bir yanda bitmek tükenmek bilmeyen ev işleri, bakım emeği, ücretli iş, anneliğin duygusal yükü; diğer yanda yazma arzusu, yazamama ıstırabı, yazabildiklerindense tatmin olamama hali.

Ancak bütün bu yükümlülüklerin ağırlığı yazmayla aramıza mesafe koymaz, aksine yazmayı bir parçamız olacak kadar bütünleştirir bizimle. Kelimeler kelimeleri çağırır, toplaşırlar, haykırırlar; içimiz yazamadığımız yazılarla dolar, yazılarımızı içimizde taşırız. Amerikalı yazar Tillie Olsen, yaşadığı “üç katmanlı” hayatın içine hapsettirdiği yazma deneyiminden şöyle bahseder:

“Dört çocuğumuzdan en küçüğü okuldayken… yazmayı işteyken veya evdeyken bir şekilde içimde taşıyabiliyordum. Otobüste geçen zamanda, hatta ayakta kaldığımda bile … çalışma yaşamımdan çaldığım dakikalarda … ev işlerinin ancak bittiği gecenin geç vakitlerinde … Ne var ki bir yerden sonra bu üç katmanlı hayata devam etmek mümkün olmadı. On beş saatimi ayırdığım gündelik hayatın gerçekliği yazmaktan epey alıkoyuyordu beni. Çılgınlığa varan o dayanma gücümü yitirdim. … Beni canlandıran yazı hayatımdı hep, benden esirgenen de hep o oldu. … Yazdıklarım solup gitti” (Olsen; aktaran Russ, 2022:19)

Olsen yazmayı her an içinde taşır; bulaşık yıkarken, çalışırken, yürürken, uyurken… “Gündelik hayatın” ağırlığına, içinde toplanan kelimelerin saçılmak için yaptıkları baskının ağırlığı yüklenir. Yazamaz, yazdıklarının da değerini yitirdiğine inanır. Pek çok kadın gibi ücretsiz ev işçiliği ve bakım yükü, Olsen’ın da yazmaya ve yazdıklarına dair özgüvenini zedeler.[1] Yazamasa da yazmanın kendisinden hiç uzaklaşamaz.

Gaz ocağı ile tencerenin hayaletleri

Cinsiyetçi işbölümü yazma sürecimizi bölük pörçük eder, parçalar. Yazma tutkumuzla, ev içi cinsiyetçi rollerimiz arasında sıkışırız. Yazdıklarımızla aramıza “gaz ocağı ile tencerelerin hayaletleri” girer:

“Ev öyle vakit alıyor ki… Bu hafta genelde ben bulaşık yıkarken sen Gordon’la sohbet ediyordun. … Siz çıkıp gittikten sonra zihnimde gaz ocağı ile tencerelerin hayaletleri kol geziyor, öylece dolanıyorum. … Sen [John Middleten Murry] yazarken sesleniyorsun bana, ne yaptığımı soruyorsun, “Tig, çay içmeyecek miyiz? Saat beş oldu.” (Mansfield; aktaran Russ, 2022:19)

Patriyarkal kapitalist toplumlarda kadınlar domestik ve aile merkezli bir hayat sürdürmeye itilirler. Bilhassa evlilik, kadınların bireysel özgürlüklerini ve benlik algılarını zedeler; kadın aile içinde “eş” ve “anne” olarak var olur. Bir yandan “ideal” ve “makbul” anne/eş olmanın duygusal yükü diğer yandan içimizdeki kelimelerin arasında kalırız. Sevgi temelinde rızası oluşturulmuş aile içi rollerle, içimizdeki yazıları taşırma ikilemiyle boğuşuruz. Dayatılan rollere alıştığımızı, tutunduğumuzu, orada kalmak istediğimizi kendi kendimize telkin etsek de derinlerdeki “çatlak” ses kendini duyurur, dürter, rahatsız eder. Annie Ernaux, Seneler’de kendi “çatlak” sesini şöyle yazar:

“Bir anda gelip geçen, başkalarına ifade edilmesi imkânsız duyumları derinleştirmek; yazacak zamanı olsa -artık okuyacak zaman bile bulamıyor- kitabının malzemesini de bunlar oluştururdu. Günlüğüne çok nadir elini sürüyor, sanki aile çekirdeğinin birliğine karşı bir tehdit teşkil ediyormuş gibi, bir içsel dünyaya artık hakkı yokmuş gibi. Şöyle yazmış: ‘Artık hiçbir fikre sahip değilim. Hayatımı açıklamaya çalışmayı bıraktım’ ve ‘Tam bir küçük burjuva oldum çıktım.’ Önceki amaçlarından saptığı, sadece maddiyatla uğraştığı hissine kapılıyor: ‘Bu sakin ve konforlu hayata yerleşip kalmaktan, farkına varmadan yaşayıp gitmekten korkuyorum.’

Günlüğünde asla yer almayan şeylerin hepsinden vazgeçmeye hazır olmadığını, bu tespiti yaparken bile farkında. Bu beraber yaşam, aynı mekânda paylaşılan bu mahremiyet, okuldaki işi biter bitmez dönmek için acele ettiği bu ev, yan yana uyumak, sabahleyin elektrikli tıraş makinesinin vızıltısı, akşamları okuduğu Üç Küçük Domuzcuk masalı… Nefret ettiğini sandığı ama onu bağlayan bütün bu tekrarları, öğretmenlik sınavı için üç günlüğüne uzaklaştığında yokluğunu hissedip özlediği bütün bu şeyleri kaybettiğini bir an için aklından geçirdiğinde kalbi sıkışıyor. Eskiden olduğu gibi kendisini önümüzdeki yaz plajda ya da ilk kitabını yayımlamış bir yazar olarak hayal edemiyor.” (Ernaux, 2021:93-94)

Bir kadın olarak “kendine ait dünya”ya sahip olmak, ona dönmek, onu dökmek aile olmaya, anne olmaya “ihanet” etmek gibi gelir Ernaux’a. Çünkü patriyarkal heteronormatif aile söyleminde anne fedakârdır, kendinden önce çocuklarını ve eşini düşünmelidir, kadın ailedir. Ernaux, kendisini rahatsız eden ancak bırakmaya da hazır olmadığı bu hayatın yarattığı içsel çatışmayla bir müddet daha yaşamaya devam eder ancak sonunda boşanır. Eş ve annelik rollerinden arındıktan sonraki yaşamı ise bakım emeğinin getirdiği “endişelenme halinden” uzaktır. Nihayet yazmak, okumak, izlemek için gerekli olan serbest zamana sahiptir:

“Kocası şimdi uzakta, yeniden evlendi, bir çocuğu var, annesi öldü, oğulları başka bir yerde oturuyor. Hayatının kaçınılmaz gidişatı olarak gördüğü bu mülksüzleşmeyi düşündüğünde içi rahat. Auchan’dan alışveriş yaparken artık arabaya ihtiyaç duymuyor, bir sepet yetiyor. Karın doyurma görevine bir tek hafta sonları, oğlanlar eve geldiğinde dönüyor. Dersler, sınav kâğıtları gibi işle ilgili mecburiyetler dışında, zamanını kişisel zevklerine ve arzularına hasrediyor; kitaplar, filmler, telefonlaşmalar, mektuplaşmalar, aşk maceraları. Evlilik ve aile hayatının alametifarikası olan madden ve manen sürekli başkaları için endişelenme halinden uzaklaştı. Onun yerini daha hafifi, insani meselelere duyulan bir ilgi aldı.” (Ernaux, 2021:163)

Ev içi emek, cinsiyetçi iş bölümü, normatif kadınlık ve annelik idealleri bizi yazılarımızı içimizde taşımaya, bastırmaya mahkûm etse de en sonunda kazanan hikâyelerimiz olur. “Çatlak” sesimiz patriyarkanın gürültüsünü bastırır.

Sonunda hikâyelerimiz kazanır

“Yazmak benim için tek ve biricik imkândır. Gene de umutsuzum, bu konuda iyimser bir umutsuzluk duyuyorum. Kendimi yüzme bilmeyen, gene de boğulmamak için son gayretiyle çabalayan bir insana benzetiyorum” (Uluırmak 2007:39) diye yazan, yazmayı yaşamla özdeşleştiren Selçuk Baran da tıpkı Ernaux gibi ev işleri ve anneliğin yüküyle ne yazmaya ne okumaya fırsat bulur. 15 Aralık 1970 tarihinde günlüğüne şunları yazar:

“Kitap okumayalı küçük şeyler düşünmeye alıştım, ufkum daraldı. Hayatı kıyasıya yaşayamadığımdan şikâyetçiyim. Buna sebep, derinliğe duyuşlardan yoksun oluşum mu, yoksa çok çeşitli duygular arasında bocalayışım mı? Bazen uslu, akıllı bir kadıncık oluveriyorum. Çocuklarım ve kocamın sevgisinden başka bir şey istemem gibi geliyor. Sonra çapraşık ne olduğunu tam kestiremediğim fikirler, ne olduğu meçhul hisler beni sımsıkı kavrayıveriyor.” (Uluırmak 2007:23).

Selçuk Baran

Baran’ı “sımsıkı kavrayan” o “çapraşık” hisler, içinde taşıdığı yazıların sesidir aslında. Ev içi emek, cinsiyetçi iş bölümü, normatif kadınlık ve annelik idealleri bizi yazılarımızı içimizde taşımaya, bastırmaya mahkûm etse de en sonunda kazanan hikâyelerimiz olur. “Çatlak” sesimiz patriyarkanın gürültüsünü bastırır.

Olsen, Mansfield, Ernaux, Baran… Yaşamları boyunca yazdıklarına güvenmediler, tatmin olmadılar; yazmaktan korktukları, kaçmaya çalıştıkları anlar oldu belki. Ancak bugün burada bu kadınları yazabildiysem içlerindeki yazıları saçabildiklerinden. Demir kapılara dayanan, onları zorlayan kelimelerin haykırışlarına kulak verebildiklerinden.

Durup biz de kulak verelim: İçimizde hangi yazıyı/hikâyeyi taşıyoruz? Bizi engelleyen, sesimizi bastıran, korkutan ne?

Feryal Saygılıgil’in Kendimizi Yazmamız Üzerine[2] başlıklı yazısının son cümlesiyle bitireyim: “Hangimiz korkmuyoruz? Ama yine de hikâyelerimizi anlatmaktan, birbirimizi dinlemekten, hikâyelerimizin birbirini nasıl tamamladığını görmekten, hikâyelerimizi çoğaltmaktan, kendi sesimizi bulmaktan vazgeçmeyelim.”

“Çatlak” seslerimizden saçılan hikâyelerimizle kavşaklarda buluşmak umuduyla.

Kaynakça

Ernaux, Annie. 2021. Seneler. (çev: Siren İdemen). İstanbul: Can Yayınları.

Russ, Joanna. 2022. Yazmak Yasak: Bastırılan Kadın Yazını.(çev: S. Melis Baysal). İstanbul: Minotor Kitap.

Uluırmak, Ülkü. 2007. Haziran’dan Kasım’a: Selçuk Baran’dan kalanlar: günlükler, mektuplar, yayımlanmamış yazılar. Kızılay, Ankara: Eos Yayınevi.

Manşet görsel: Oscar Kokoschka, Woman with Three Children, 1908.


[1] Merve Çeltikçi, Kadın İşçi’de yayımlanan “Jo’nun çalışma masası tenekeden eski bir mutfaktı…” başlıklı yazısında “Yazdıklarımıza ne kadar güveniyoruz?” diye sorar. En çok kurduğu cümleyi paylaşır bizimle: “Yazmaya çalıştım ama oldu mu bilmiyorum…” Şu anda bu yazıyı yazarken ben de aynı hissi paylaşıyorum. https://www.kadinisci.org/kultur-sanat/jonun-calisma-masasi-tenekeden-eski-bir-mutfakti/

[2] https://www.kadinisci.org/kultur-sanat/kendimizi-yazmamiz-uzerine/

Paylaş:

Benzer İçerikler

Gösterilecek içerik bulunamadı!
İçeriklerimizi kaçırmamak için e-posta bültenimize ücretsiz abone olun!