İş kanunları, ILO sözleşmeleri ve kadınlar

AKP iktidarı İş Kanunu’nda değişiklikler yapmayı planlıyor. Yapılan değişikliklerin işçilerin değil sermayenin çıkarları doğrultusunda olacağını önceki deneyimlerimizden biliyoruz. Arkadaşımız Nesrin, İş Kanunu’nun tarihçesini ve imzalanmayan ILO sözleşmelerini anlatıyor.
Paylaş:

Uluslararası İşçi Örgütü (ILO) 1919’da kuruldu. Egemen ülkelerin girişimiyle oluşturulmuş olsa da bünyesindeki sendikaların gayretleriyle kurum işçilerin çalışma hakları koruyan ve ilerleten bir dizi sözleşme çıkardı.  ILO’nun temel işçi haklarına ve kadın işçi haklarına yönelik sözleşmelerinin bazıları Türkiye tarafından imzalandı, büyük çoğunluğu ise çeşitli gerekçelerle imzalanmadı.  ILO’nun 100. kuruluş yılı için hazırladığı kitapta Mesut Gülmez açıkça sayı belirtiyor: “9 Temmuz 1961 tarihi itibarıyla, kabul edilen toplam sözleşme sayısı 116 idi.”[1] Evet 116. Bugün ise 59’u onaylanmış olmasına rağmen 55’i yürürlükte, 1’ine ise karşı çıkılıyor.[2]

Ama Önce Soralım: İş Kanunu Masum Mu?

Cevap net: Hayır. Hele kadın işçiler açısından… Ama kısa bir tarihçe ile İş Kanunu’nun evrelerine bir bakalım ve imzalanan/imzalanmayan ILO sözleşmelerinin kadınlarla ilgisini ele alalım:

1936 tarihli 3008 sayılı İş Kanunu

Elbette ki 1936’ya kadar işçi haklarına yönelik hiçbir şey yapılmadı denemez. Bunun başında 1925’te kabul edilen “Hafta Tatili Kanunu”, 1930’da kabul edilen “Umumî Hıfzıssıha Kanunu” gibi kanunlar da bazı hakları düzenlemede atılan ilk adımdır. Ama bu ilk adımların bazı münferit meseleleri düzenlemekten başka işe yaramadığı da bir gerçek. 3008 sayılı İş Kanunu’nun 1932 yılındaki tasarısında yer alan “kadın ve çocuklar gibi zaifler himaye edilir” ifadesinden dönemin “kadın ve kadın işçi” perspektifini anlamak zor olmasa gerek. Bu tasarıyı inceleyen ILO yetkilisi Albert Thomas, “çocukların işe girme yaşı, çocuk ve kadınların gece çalışması, gençlerin çalışması, doğum yapan kadınların dinlenmesi (doğum izni), ücretli iş bulma büroları, iş kazalarının tazmini konularına ilişkin kurallarda apaçık bir aykırılık bulunduğunu”[3] belirtiyor.  Yazışmalarda ILO yetkililerinin, sendika hakkına yer vermeyen, grev ve lokavtı yasaklayan, bunun yerine zorunlu uzlaştırma ve hakem sistemi öngören bir yaklaşımda olan Türkiye yetkililerini, bu yaklaşımından vazgeçirecek başka sözleşmelerin imzalanması zorunluluğu koymayı tartıştıkları da görülüyor.[4]

Bu yazışmalardan anlaşıldığı üzere[5] Türkiye’den talep edilen birçok bilgi ve rapor ya gönderilmemiş ya da geç gönderilmiş. Buradan hareketle 1936’ya kadar (yani ilk İş Kanunu hazırlanana kadar) Türkiye’deki kadınların ve çocukların üretimdeki yeri, çalışma şartları, hakları vs. hakkındaki bilgilerin önemsenmediği ve eksik olarak kayıtlara geçtiği çıkarımını yapabiliriz. Öte yandan 1936’dan itibaren sürece bakıldığında, ILO’nun 1935’te hazırladığı 47 sayılı sözleşmenin (haftalık 40 saat çalışma) bile ısrarla imzalanmadığı görülüyor. Bunlara ek olarak özellikle kadınların yer altı işlerinde (su altı ve madenler) çalıştırılmaması ILO’nun kendi içinde de sıkça tartıştığı bir mesele olup ancak 1935’te ILO yetkililerince kabul ediliyor. Türkiye’de de üç yıl boyunca kongrelerde ve mecliste hararetli bir şekilde tartışılan sözleşme 1938’de yürürlüğe giriyor. Fakat 1950 tarihinde ILO yetkilileri ve Türkiye’den uzman kişilerce oluşturulan raporda yer alan bir bölüm dikkat çekicidir. 1938’den bu yana yürürlükte olmasına rağmen iş müfettişlerince kadınların madenlerde çalıştırılmadığına ilişkin bir belgeye rastlanmıyor(!)[6] Ayrıca erkek ve kadın işçiler arasında ücret eşitliği sorununu düzenleyen ILO’nun 100 sayılı sözleşmesi de 1967 yılına kadar tartışılıyor.   Yani kısaca 1934’te erkeklerle eşit olarak seçme seçilme hakkına sahip olan kadınlar 1967 yılına kadar erkeklerle eşit ücret alamıyor. Ve sözleşmeye rağmen bu durum devam ediyor.

1971 tarihli 1475 sayılı İş Kanunu[7]

1948 sonrası sendikaların aktif çalışmaları ve 1960’larda Türkiye İşçi Partisi’nin (TİP) kurulmasıyla işçi sınıfının gündemi artık daha belirgin bir haldedir. TİP’in kurulması ile oluşan sol siyasi atmosfer işçilerin bazı haklarını elde etmesine zemin hazırladı.  1971’de 1475 Sayılı yeni bir iş kanunu çıkarıldı. Ayrıca özellikle kadın işçilerin işyerinde karşılaştığı ayrımcılıklarla mücadeleyi öngören 111 No’lu ILO sözleşmesi (meslekte ayrımcılık –ırk, din ve cinsiyet bakımından-) bu siyasal atmosferin rüzgârıyla 1968’de imzalanarak yürürlüğe girdi.

Bu dönemde işçi sendikaları ise iş hukukunun, başta “emeğin ve güçlünün güçsüze karşı korunması” ilkesini benimsemesi için baskı yaptılar. Fakat ne yazık ki daha çok “işletme güvenliği” ilkesi benimsenerek her dönemde olduğu gibi işçi sınıfını kontrol altına almanın yolları denendi.  1475 sayılı kanunda, kadınların çalışma yaşamında korunmasına yönelik genel ve özel koruyucu hükümler yer aldığı vurgulansa da uygulama pek öyle görünmüyor. Öyleyse 1971’deki iş kanunun çıktığı yıllarda kadınların işgücüne katılımı nasıldı diye sorsak? Cevap: 1970-1975 yıllarında kadın işgücünün oranı, toplam işgücündeki nüfusun yüzde 34,7’si.[8] Hâlbuki bu oran 1955 yılında yüzde 43,1’di. Bu sayılar durumu net olarak özetliyor.

Kanun çıkmadan hemen önce 1970 yılında kadın istihdamının maksimum olduğu tarım alanında çalışanların yüzde 80’ini[9] kadınlar oluşturuyordu. Bu durum aslında şunu gösteriyor: Genel istihdamda çoğunluğu sürekli işçiler değil, geçici olarak çalışan kadın tarım işçileri oluşturuyordu. Kadın emeğinin en yoğun sömürüldüğü iş kolu olarak bu “geçici işçilik” statüsü ne yazık ki günümüzde hâlâ mağduriyet oluşturmaya devam ediyor.  

Küresel sermayenin güdümündeki endüstriyel tarım, Türkiye’deki ürün çeşitliliğini farklılaştırdı ve buna bağlı olarak kadın işgücünün yapısı da değişti. Bu durum 1980’lerden sonra istatistiklere çarpıcı bir biçimde yansıyor. 1970-1990 yılları arasında tarım alanında çalışan kesimin yüzde 68’ini ücretsiz aile işçileri oluşturuyor[10]. Bunların büyük çoğunluğu ise kadınlar ve 12–24 yaş arası gençler… Ücretli statüde olan kadınların oranı tarımda çalışan kesimin yalnızca yüzde 2,1’i[11].  

2003 tarihli 4857 sayılı İş Kanunu

2002 yılında AKP iktidarının işçi sınıfına verdiği en kalıcı zararlardan biri olan yeni iş kanunu için, bir tasarı hazırlanmaya başlandı. İşçi ve işveren konfederasyonları ile görüşmeler yapıldı, fakat herhangi bir mutabakata varılmadan görüşmeler sonlandı ve tasarı kanunlaştı. 4847 sayılı kanun hayatımıza girdi. 1990’lı yıllardan itibaren sözü edilmeye başlanan “esneklik” kavramı artık iş kanununda da yer alıyordu. Ücrette esneklik, işgücünde esneklik, çalışma sürelerindeki esneklik… Bunlara ek olarak, taşeron olgusu da iş kanuna girerek resmi bir nitelik kazandı. 

Öte yandan AKP iktidarı ile birlikte rekor sayıda hak ihlalleri de yaşanmaya başlandı. 87, 98, 111 No’lu sözleşmeler en çok ihlal edilen sözleşmeler arasında yer alıyor.

Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu (DİSK) tarafından hazırlanan rapora göre: 2002-2015 yılları arasında tam 134 adet sözleşmenin ihlal edildiği belirtiliyor.[12]

4857 sayılı İş Kanunu’ndaki 12. ve 13. Maddeler, “emsal işçi”, “kısmî süreli veya “süreli iş sözleşmesi olan işçiler”in haklarından mahrum edildiğini tesciller nitelikte. Kadın emeğinin en çok sömürüldüğü bu kısa süreli çalışmalarda ilk olarak asgarî ücretin altında ücret verilmesi meşrulaşıyor[13], bu işçiler hiçbir kazanımdan yararlanamıyor. Hele ki kadın işçiler açısından durum daha da vahim. Servis, kreş, yemek, emzirme odası gibi oldukça önemli olanaklardan faydalanamıyorlar.

Erkekler kadar kadınları da ilgilendiren bir madde, m. 83: “İşçilerin işyerlerinde yakın, acil ve hayati bir tehlike ile karşılaştıklarında kanunda belirtilen koşullar dikkate alınarak çalışmaktan kaçınmaları”nı belirtiyor ve “İSİG Kurulu’na başvurarak durumun tespit edilmesini ve gerekli tedbirlerin alınmasına karar verilmesini talep edebileceğini” lütfediyor. Yani kısaca işçiden hem yakın(!), hem acil(!), hem de hayatî(!) bir tehlikeyi fark etmesine, üstelik bir de zaman bulabilirse kurula bildirmesine müsaade ediyor. Böylelikle eğer kurul işçi lehine karar alırsa artık çalışamayabilir veya sözleşmesi feshedilebilir. Kısaca bu madde, işçiye kendini işten attırma hakkı bahşediyor(!)[14]

Şiddet gören ve boşanan/boşanmakta olan kadınlara yönelik bir düzenleme olmadığını belirtelim. Çünkü bilindiği üzere evlenirken ücretli izinler, evlilik yardımları, vs. havalarda uçuşurken, boşanmakta olan veya boşanan kadına, en önemlisi de şiddet mağduru kadınlara yönelik tek bir madde bile olmayışı büyük eksiklik. “Ailenin kutsallığı”nı dayanak alan iş kanunları evlenmenin varlığını kabul ederken, boşanmanın varlığını kabul edemiyor.

Kadın Cinayetlerini Durduracağız Platformu verilerine göre 2023 yılında 315 kadın öldürülürken, 248 kadın da şüpheli bir şekilde ölü bulunuyor. Üstelik 315 kadından 205’i kendi evinde öldürülüyor.[15] Evinde! Platformda bu yazının merkezine uygun şu ifadeler yer alıyor:

“[…] Bu veriler gösteriyor ki en güvenli alan olarak görünen evler kadınlar için en güvensiz alanlar haline gelmiş durumda. Toplumun temel yapı taşı olarak gösterilen aileler, birçok kadının hayatına mal oluyor. Geçtiğimiz aylarda Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanı’nın belirttiği esnek çalışma modeli, kadınların üzerindeki bakım emeği yükünü artırırken aynı zamanda kadınları, yıllardır açıkladığımız verilerde açıkça ortada olan, en güvensiz oldukları alana evlere hapsediyor.”

AKP’nin kadınlara reva gördüğü “esnek çalışma modeli”nin etkileri…

“[…] Bahanesi bilinen kadın cinayetleri arasında ise kadınların yaklaşık yüzde70’i hayatlarına dair karar aldıkları için erkekler tarafından öldürüldü. Bu demek oluyor ki kadınlar en çok ayrılık, boşanma vb. gibi kendi özgür iradeleriyle hayatlarına dair aldıkları kararlar nedeniyle ölüme sürükleniyor.”

Tam da bu sebeple kadının işgücündeki yerinin, haklarının korunmasına ihtiyaç söz konusu. Ekonomik özgürlüğünün olması, çalışma şartlarının iyileştirilmesi, kadınlarla ilgili yasal düzenlenmelerin kadınların lehine yapılması şart. Özellikle yaptırımı fazla olan uluslararası sözleşmelerin imzalanması da bu konuda önemli bir yerde duruyor.

“[…] Kadınların çalışma durumlarına dair bilgiye ulaşılamıyor […] Bu yıl ulaşılabilen veriye göre öldürülen kadınların yüzde17’sinin bir işyerinde çalıştığı bilinmektedir; yüzde 2’si bir işyerinde çalışmazken yüzde 81’inin ise çalışma durumu bilinememektedir.”

Kayıt dışı çalışmanın en fazla kadın işgücünde olduğunu bir kez daha anlamak mümkün. Gerekli önlemlerin alınması ve işverenlere ağır cezaî yaptırımlarının uygulanması şart.

Türkiye’nin imzalamadığı ILO Sözleşmeleri

47 No’lu Sözleşme (Haftalık 40 saatlik çalışma): İş kanunlarında “en fazla 45 saat” denerek kelime oyunu yapılsa da uzun mesai saatleri kadınlar açısından hala bir engel.

89 No’lu Sözleşme (Kadınların gece çalıştırılmaması): Türkiye’nin ısrarla imzalamadığı en önemli sözleşmelerden biri ve kadınların üretime katılmalarının önünde büyük bir engel. Üstelik bu sözleşme ILO’nun “Temel İnsan Hakları Sözleşmeleri Kümesi” içerisinde yer almasına rağmen… Bu nedenle kadınlar açısından 89 No’lu Sözleşme’nin imzalanmamasının açıkça bir insan hakları ihlali olduğunu söylemek yanlış olmaz.

61 No’lu sözleşme (Tekstil sektöründe çalışma saatlerinin azaltılması): Türkiye’nin yine(!) ısrarla imzalamadığı sözleşmelerden biri. Tekstil sektörü en fazla kadın istihdam eden sektörlerin başında ve uzun mesai saatleri hala çok büyük bir sorun. Kadın emeğinin en fazla sömürüldüğü tarımdan sonraki ikinci sektör.

156 No’lu Sözleşme (Aile sorumluluğu olan işçiler): 100 No’lu Eşit Ücret Sözleşmesi’ni imzaladığını dayanak göstererek ısrarla imzalamadığı bir diğer sözleşme. Kadın işçilere yönelik fırsat eşitliğinin teşvik edilmesini sağlayan bu sözleşme erkek işçileri de kapsıyor. Haliyle ülkenin tamamını kapsayacak, özellikle kadın işçilerin çalışma ve sosyal koşullarını iyileştirecek düzenlemeler yapmaya itecek olan bu sözleşmenin kabulü pek yakın görünmüyor.

183 No’lu Sözleşme (Anneliğin korunması): Evet zaten bu konuda iş kanununda madde var diyebilirsiniz. Doğru da… Fakat belirtmekte yarar var: Anneliğin korunmasına ilişkin ILO 1952 yılında ön çalışmalarını başlatmış ve aşama aşama 2000 yılındaki haline getirmiştir. Yani bu süre zarfında zaten çok büyük ihmaller söz konusu olmuş diyebiliriz.1936’dan 2003 yılına kadar altışar haftadan 12 hafta olarak belirlenen kanun maddesi o dönemde zaten ILO’nun 14 haftalık süresinin altındaydı. Yani 1936-2003 yılları arası başlı başına aykırılık söz konusu… Bu süre 2003 yılında ise 1475 sayılı kanunun yürürlükten kaldırılarak şimdiki 4857 İş Kanunu’ndaki haliyle 16 haftaya yükseltildi. Buradaki kazanım kesinlikle çok önemli evet. Ama kadın işçilerin koşullarını ve hamileliğin korunması ihtiyacını dikkate alarak devleti ve işverenleri bu konuda yeni düzenlemeler yapmaya zorlayacak bir sözleşme olması açısından imzalanması çok önemli bir sözleşme.

190 No’lu Sözleşme (Şiddet ve taciz): Özellikle kadın işçiler açısından önemli bir sözleşme olan 190 No’lu Sözleşme de Türkiye’nin yine ısrarla imzalamadığı sözleşmelerden biri. İktidar her ne kadar ILO Türkiye iş birliğiyle “Şiddete Sıfır Tolerans” çalışmaları yürütse de kesinlikle yeterli gelmeyeceğini belirtmekte yarar var. Şiddet ve tacizin kadın işçilerin psikolojik, fiziksel ve cinsel sağlığını, onurunu, aile ve sosyal çevresini etkilediğini kabul ederek birtakım sosyal ve yasal düzenlemeler getirilmesi ön koşulu bulunan bu sözleşme de öyle görünüyor ki bir süre daha imzalanmayacak.

Son söz…

İmzalanan ILO sözleşmeleri bile rekor sayıda ihlal ediliyorken, giderek bu sözleşmeler feshedilirken ve en önemlisi kadın işçilerin sendikal örgütlenmelerdeki yerleri bir bir boşalıyorken bu konuları daha iyi anlamak gerektiğine inanıyorum.

Ana Görsel: Evrensel


[1] [https://www.ilo.org/wcmsp5/groups/public/—europe/—ro-geneva/—ilo-ankara/documents/publication/wcms_731580.pdf] sayfa 339.

[2] [https://www.ilo.org/wcmsp5/groups/public/—europe/—ro-geneva/—ilo-ankara/documents/genericdocument/wcms_645630.pdf]

[3][https://www.ilo.org/wcmsp5/groups/public/—europe/—ro-geneva/—ilo-ankara/documents/publication/wcms_731580.pdf] sayfa 114-115.

[4][https://www.ilo.org/wcmsp5/groups/public/—europe/—ro-geneva/—ilo-ankara/documents/publication/wcms_731580.pdf] sayfa 147 ve 226.

[5][https://www.ilo.org/wcmsp5/groups/public/—europe/—ro-geneva/—ilo-ankara/documents/publication/wcms_731580.pdf] sayfa 96.

[6][https://www.ilo.org/wcmsp5/groups/public/—europe/—ro-geneva/—ilo-ankara/documents/publication/wcms_731580.pdf] sayfa 316.

[7]Not: 1967 yılında hazırlanan 931 sayılı İş Kanunu Anayasa Mahkemesi tarafından iptal edilmiş ve onun yerini 1475 sayılı kanun almıştır.

[8]TÜİK, İstatistiksel Göstergeler / Statistical Indicators 1923-2011, s.26.

[9]DİE, Nüfus Sayımları. Aktaran: Gülten Kazgan, 1979, s. 184.

[10][DİE Nüfus Sayımları ve Hanehalkı İşgücü Anketleri, 2000.]

[11] Arslan Zafer GÜRLER (2008). Tarım Ekonomisi. s. 13–14.

[12][https://arastirma.disk.org.tr/wp-content/uploads/2020/08/TyüzdeC3yüzdeBCrkiyenin-ILO-Karnesi-2016-Son.pdf] s.5

[13][https://www.ttb.org.tr/MSG/dergi/eylul15/ne.pdf] s.5

[14] [https://www.ttb.org.tr/MSG/dergi/eylul15/ne.pdf] s.7

[15][https://kadincinayetlerinidurduracagiz.net/veriler/3088/2023-yillik-veri-raporu]

Paylaş:

Benzer İçerikler

2024 Yoksulluk Nafakası Araştırması raporunun yazarı Ceren Akçabay, yoksulluk nafakasının kadınlar tarafından talep edilmesinin, kadınların işsiz ve gelirsiz olmasından kaynaklandığını söylüyor. Ve önemli bir noktaya dikkat çekiyor: “2019 Araştırması’nda nafakanın ödenmemesinin en önemli nedeni nafaka yükümlüsünün isteksizliği olarak gösterilirken 2024 yılında en önemli neden kadınların, erkeğin uygulayacağı şiddetten korktuğu için hakkını arayamaması olarak gösterilmiştir.”
Bu yazı sadece bir kitap eleştirisi değil. Hülya Osmanağaoğlu, TYÜ kuramını temel alan bir feminist mücadele ile patriyarka – patriayarkal kapitalizm – kapitalist patriyarkayı temel alan feminist mücadele arasındaki temel ayrım, gündelik hayatımızdaki erkek egemenliğini merkeze koyarak bütünlüklü bir mücadele vermek ile sermayenin gündelik hayatımızdaki belirleyiciliğini merkeze koyarak mücadele vermek arasındaki farkta somutlanıyor, tespitini tarihsel analizle de harmanlayarak TYÜ tartışmalarına yeni bir boyut getiriyor.
Geçtiğimiz nisan ayında başladığımız ve aralık ayında tamamlanan Kadınİşçi’nin “Depremden Etkilenen Kentlerde Kadınların Ücretli Ücretsiz Emeği” adlı raporunun çıktıları, Bağlam Yayıncılık’ın toplantı salonunda basın ve kadın örgütlerine anlatıldı.
Deprem bölgesinde konteyner kentlerde kimi ihtiyaçlar kısmen sağlanmış olsa da bazı ailelerin hâlâ birlikte yaşamak zorunda kalması, kadınların ev içi yükünü artıyor. Bu duruma ulaşım sorunu da eklenince kadınların ücretli emeğinin koşulları değişiyor. Kadınlar güvencesiz ve part-time işlere mahkûm hale geliyor.
İçeriklerimizi kaçırmamak için e-posta bültenimize ücretsiz abone olun!