“Bu otobüs Erzincan’dan geçer mi?”
Bu soruyu soran Gülcan’la Dersim Otogarı’nda tanıştım. Yanında iki küçük kız çocuğu ile İstanbul yönüne gidecek otobüsün kalkmasını bekliyordu. Eşyalarımı bagaja yerleştirip, otobüsün içine geçip oturduktan sonra camdan onu gördüm. İndim ve yanına gittim. Yüzü her daim gülen insanlardan… Sohbet etmeye başladık.
Kendisi aslen Erzincanlı. 24 yaşında Dersim’in Hozat ilçesine gelin gitmiş. Hikâyesini yarı gülümseme ama daha çok kızgınlıkla anlatıyor:
“Altı kardeştik, bir erkek kardeşimiz vardı. Bizde o zamanlar kızları okutmaz, hiç önemsemezlerdi. Ben okumayı çok istedim. Meslek sahibi olmayı, kendi paramı kazanmayı, ayaklarımın üstünde durmayı çok istedim. Hep bunun hayalini kurdum. Derslerim de çok iyiydi, başarılıydım. Ama kızlar okutulmadığı için benim okuma hakkımı erkek kardeşime verdiler. O benim hakkımdı.”
Bunları anlatırken gözleri doluyor.
‘Evlendiğimden beri köyde yaşıyorum’
“Köyde yaşamak güzel. Doğal bir yaşam, çalışıyorsun, ürettiğin her şey sana kalıyor. Patronun yok, çalan ziller yok. Daha özgürsün değil mi?” diye soruyorum. “Hayır” diyor; “Bir kadın bekârsa patronu babası, abisi, erkek kardeşi oluyor. Evli ise kocası, kayınpederi, kayınları, kaynanası oluyor. Özgürlük bunun neresinde?”
Belli ki Gülcan yaşadıkları üzerine düşünen kadınlardan. Ona göre bir kadın olarak köyde yaşamanın idealize edilecek bir yanı yok. Anlatmaya devam ediyor:
“Cumartesi pazarın yok. Resmi tatilin yok, izin günlerin yok. Güneş doğar, uyanırız, çalışmaya başlarız, güneş batana kadar çalışırız. İşler hiçbir zaman bitmez. Bitmeyen işlerle uyur, bitmeyecek olan işlerle yine uyanırız. Hep iş hep iş… Bıktım artık! Bazen çıldıracak gibi oluyorum. 40 yaşını geçtim. Kendimi bildim bileli çalışıyorum. İşten bıktım. Gerçekten bıktım.”
Bitmeyen köy işlerinin kadınları nasıl tükettiğini anlatan Gülcan’ın temel dertlerinden biri de onu “anlayacak” bir eşinin olmaması. Tüm erkeklerin “kadınları anlamamak” üzerine bir hayatları olduğunu; iktidarın birbirini anlama temelinde değil, “baskı” mekanizmaları aracılığıyla sürdüğünü geçiriyorum içimden. Renk vermiyorum yine de…
‘Senelik iznin var, tatile gidiyorsun’
Ona göre en iyisi bir yerde ücretli, maaşlı çalışmak: “Düşünsene, sen bir işyerinde çalışıyorsun. Senelik iznin var, tatile gidiyorsun, sigortan var, emekli oluyorsun. Küçük de olsa bir güvencen var.”
Ücretsiz aile işçiliği ile ev ve bakım işlerinin görünmezliğini iliklerine kadar yaşamış Gülcan, durumunu şöyle dile getiriyor:
“Bu kadar çalışmaya karşılık neden hiçbir şeye sahip değiliz? Yine bir erkeğin eline bakmak zorunda kalıyoruz. Bu böyle olmamalı. Ne yaparsan yap hiçbir şey görünmüyor. Çünkü sen zaten o işleri yapmak için oradasın. O senin görevin. Buna itiraz edemezsin. Evde, bağda, bahçede, tarlada yaptığımız iş kadar değerimiz yok.”
“Bu isyan sadece sana mı ait? Köydeki kadınların durumu nedir, onlar ne düşünüyor?” sorusunu ise şöyle cevaplıyor:
“Onların da benden bir farkı yok. Hepimiz aynı durumdayız. Yan yana geldiğimizde konuşuyoruz. Elimizde bir diplomamız mı var? Mesleğimiz mi var, paramız mı var? Kariyerimiz mi var, bir yeteneğimiz mi var? Hiçbir şeyimiz yok.”
Kızları meslek sahibi olsun istiyor
Gülcan’ın üç çocuğu var; büyüğü oğlan, 17 yaşında. İkisi kız, kızlarını okutmak istiyor.
“Eğer bizim gibi israf olmuş bir hayatı yaşamak istemiyorsanız okumak zorundasınız. Bunu onların beynine yerleştirmeye çalışıyorum.”
“İsraf olmuş bir hayat” derken ne demek istediğini soruyorum; şöyle açıklıyor:
“Eşimle anlaşamıyoruz. Onun tek hayatı var. Daha çok süt, peynir yapayım; tarlada ekin çıksın, onları satayım… Dünyada nasıl bir hayat var, ne var ne yok, insanlar nasıl yaşar, kadına nasıl davranılır, çocuklara nasıl davranılır; bunların hiçbirinden haberi yok. Ben de bütün gün tarla-ev işleri peşindeyim. İsraf geliyor bana. Başka türlü yaşamak istiyordum.”
Gülcan kendi yaşadıklarını kızları yaşamasın istiyor. Köy hayatı, yoksulluk ona fazla seçenek sunmamış. Evlenmeden önce her türlü işe koşturduğunu, çok güçlü olduğunu, erkeklerden daha fazla çalıştığını söylüyor. Babasının gözüne girmek için ne lazım gelirse yapmış, ama baba onu okula göndermemiş… Gülcan için bu bir kırılma noktası. Okula gidip bir meslek sahibi olmak içinde kalmış. 24 yaşında “Evde kaldı bu” diye, tanımadan, görmeden, kendisini ilk istemeye gelene verdiklerini anlatırken öfkesini gizlemiyor.
‘Belki köydeki en cesur kadın bendim’
“Onlar için kız çocuğu büyümüşse, belli bir yaşa gelmişse artık onun kocaya verilmesi ve evden gönderilmesi gerekiyordu. İçten içe çok öfkeliydim. Ata binmeyi çok seviyordum. Ata semersiz biner, rüzgârla yarışır gibi at sürerdim. Bazen kendimi öyle kaptırırdım ki atın üstünde kalçalarım acırdı. Hiç fark etmezdim. Annem öfkemi, hıncımı biliyordu. ‘Ne yaparsan yap senin de kaderin bizimki gibi olacak’ diyordu. Gerçekten öyle oldu. 24 yaşımda evlendim. Neden evlendiğimi bilmiyorum. Hep kendimi anlatmaya çalıştım. Ne evlendiğim kişi beni anlayabildi ne de gelin olarak geldiğim aile kabul etti.”
Artık kimi durumların eskisi gibi olmadığını, köydeki kadınlarda bazı değişiklikler gözlemlediğini belirttikten sonra devam ediyor:
“Benim yaşımdaki anneler kızlarına baskı yapıyor. Okuyup meslek sahibi olmalarını, başka bir dil öğrenmelerini, kendi ayaklarının üzerinde durmalarını şart koşuyorlar. Benim gibi köyde yok sayılan hiçbir kadın, kendi kızının geleceğinin yok edilmesine izin vermek istemiyor.”
Farklı fikirleri olduğu için köydeki kadınlarla önceleri pek anlaşamıyormuş; fakat daha sonra sık sık bir araya gelip konuşmaya başlamışlar.
“Belki onların içindeki en cesur kadın benim. Ben korkmuyorum. Ne varsa söylüyorum. Önceleri sessizlerdi. Hatta benden uzak durmak istiyorlardı. Ama artık beni kabullendiler. Şimdi yan yana geliyoruz. Oturup konuşuyoruz. ‘Bir şey yapmalıyız’ diyoruz.”
Deneyimlerimiz tekil değil
Aile içinde sınıfların bulunduğunu, baba ve kocanın patron gibi hareket ettiğini, kız çocuklarına, kadınlara hiçbir hak tanımadığını düşünen Gülcan, meslek sahibi olan, kendi ayakları üzerinde duran, siyaset içinde yer alan, yan yana gelen kadınlara hayranlık besliyor. Kendisinin bir şey bilmediği için bu kadınların arasına katılamayacağını düşünüyor.
Böyle olmadığını, onun deneyimlerinin ne kadar kıymetli olduğunu, birbirimizden öğrenecek çok şeyimiz olduğunu anlatmaya çalışıyorum. Gerçekten de iletişimin tavana vurduğu bu çağda deneyimlerimizin tekil olmadığını anlamak ve anlatmak ne kadar önemli…
Gülcan’a, bana anlattıklarını başka kadınlara aktarmak istediğimi, onun hikâyesini yazmak istediğimi söylediğimde “Elbette” diyor; “Ama ismimi vermezsen çok sevinirim.”
Fotoğraf: dreamstime.com