Antakya’da kadınlar hep tetikte, yitirdiklerinin yasını bile tutamıyorlar

Bir yanda uyuyamayan, sürekli tetikte olan, çocukları etkilenmesin diye yasını bile yaşayamayan kadınlar; çadırlara kapatılan kız çocukları… Diğer yanda bu kadim kenti yeniden kurabilecek kadar güçlü "elleri olan", müthiş bir dayanışma… KADAV’dan Arzu Aydoğan, Antakya'dan izlenimlerini aktarıyor; "Bu şehirden asla vazgeçmeyeceğiz" diyor.
Paylaş:
Sevgim Denizaltı
Sevgim Denizaltı
sevgimdenizalti@gmail.com

Depremin olduğu günden bu yana Hatay’da birçok feminist grup ve örgüt, depremzede kadın, çocuk ve LGBTİ+’larla dayanışmak için çalışma yaptı, yapıyor. Bu örgütlerden biri de Kadınlarla Dayanışma Vakfı (KADAV). Kentte 15-20 Şubat tarihleri arasında dayanışma faaliyeti yürüten KADAV ekibinden Arzu Aydoğan’la bölgeye; kadın, çocuk ve LGBTİ+’ların durumuna dair izlenimlerini, değerlendirmelerini, orada yaptıkları çalışmaları ve önümüzdeki süreçte neler planladıklarını konuştuk.

KADAV’ın çağrısıyla bir araya gelen gönüllüler olarak Hatay’a giderken hedefleriniz neydi, orada ne gibi çalışmalar yaptınız?

KADAV, zaten 1999 Gölcük depremiyle kurulmuş bir vakıf, dolayısıyla afet çalışıyoruz. Ama aslında bizim çalışma dönemimiz, depremin ilk meydana geldiği ve sonrasında acil ihtiyaçların gündemde olduğu dönem değil. Ancak sahadan çok yoğun bir şekilde kadınların hijyen malzemelerine ulaşamadığı, ciddi sağlık sorunlarına neden olabilecek koşullarda yaşadığı, transların yemek sırasına bile alınmadığı ve kötü muameleye maruz bırakıldığı şeklinde haberler gelince bölgeye gitme kararı aldık. Orada kısa, orta ve uzun vadede hazırladığımız programı, çalışma dönemimiz olmayan bir döneme taşımak durumunda kaldık ve çok hızlı bir organizasyonla 15 gönüllü olarak Hatay’a gittik.

Psikososyal destek verebilecek bir ekip oluşturduk ama henüz erken dönem olduğu için ilk etapta amacımız psikososyal destek vermek değildi. Sonuç olarak sosyal hizmet uzmanı, avukat, psikolojik danışmanlar, hekim ve mühendis arkadaşımızla birlikte yola koyulduk. Oraya vardığımızda kadınlarla, LGBTİ+’larla çocuklarla görüştük. Serinyol, Arsuz ve Antakya merkeze yakın çadır kentlerde ve yıkılmamış evlerde çalışmalar yaptık.

Bizim ekibimiz hem Antakya’yla hem de birbiriyle çok sıkı bir bağ kurdu orada. Çünkü dayanışmanın kendisi de başka bir bağ oluşturuyor. Örneğin bir arkadaşımız hastalandı ama sakladı bunu bizden, söylemedi üç gün boyunca. Onun için kaygılanırız, erken dönüş kararı alırız diye korktu. Böyle bir özveriyle çalıştı tüm ekip ve hepimiz aynı duygularla, “Buradan vazgeçmeyeceğiz” duygusuyla döndük.

“Bir gün yukardan şöyle bir baktım o depoya, insanlar girip çıkıyor, bir şeyleri indirip kaldırıyorlar sürekli. O an orada bu kadim şehri yeniden yapabilecek bir güç gördüm, dayanışmanın gücünü… Neden bir şehir kurmasınlar ki diye düşündüm.”

Müthiş bir dayanışma oluşturduk

Hatay’daki diğer STK’lerle, feminist/kadın örgütleriyle iletişiminiz nasıldı? Birlikte mi çalıştınız?

Her STK’nin kendi uğraşı, çalışma yaptığı özel alanları var; farklı kesimlere hitap ediyor. Bizim özellikli çalışmamız da kadın ve LGBTİ+’lar için. Biz bu çalışmaları birbirine entegre ede ede uzun soluklu bir dayanışma planı yapıyoruz. Asla tek başınalıkla değil… Bu nedenle bazen dirsek temasında durarak bazen de kol kola girerek Hatay’da müthiş bir dayanışma oluşturduk.

Orada çalışma yaparken asla desteğini eksik etmeyen Cinsel Şiddetle Mücadele Derneği, Kadının İnsan Hakları Yeni Çözümler Derneği, Mor Çatı, Uçan Süpürge Vakfı ve Perşembe Akşamı Bisikletçileri Ankara Ekibi, kişi olarak da zikretmem gereken İBB’den Zelal Yalçın, her an her saniye bizimleydi. KADAV olarak destekçisi olduğumuz Afet Platformu’nun şehirdeki organizasyonu sayesinde birçok sorunun üstesinden gelebildik. Platformun kriz masası gece gündüz demeden çalışıyor ve bunca koordinasyonsuzluğun içinde sistemli çalışmayı başarabilmeleri takdire şayan. Şu an ismini anamadığım birçok kurum, kişi birbirine dayanışma bağları ve ortak bir amaç ile bağlı.

Mor Dayanışma, Kadın Savunması ve diğer örgütlerden arkadaşlarımız kadın çadırları açtı, orada çalışma yapıyorlar. Bir de depo var, sivil toplum orada da çok büyük bir özveriyle çalışma yürütüyor. Çok sayıda gönüllü var ve ciddi bir sirkülasyon söz konusu. Biz de depoda kaldık. Akşamları depoda çalışıyorduk ve ihtiyaç duyulan malzemeleri kadın dayanışma zinciriyle bir şekilde ulaştırmaya çabalıyorduk. Gece depoda uyuyor, sabah erkenden sahaya gidiyorduk.

Bir gün yukardan şöyle bir baktım o depoya, insanlar girip çıkıyor, bir şeyleri indirip kaldırıyorlar sürekli. O an orada bu kadim şehri yeniden yapabilecek bir güç gördüm, dayanışmanın gücünü… Ve elleri vardı bu dayanışmanın, o ellerle bir şeyler yapmaya çalışıyorlardı. Neden bir şehir kurmasınlar ki diye düşündüm.

AFAD’ın birçok yerde sivil toplumun çalışmalarını engellediğini biliyoruz, siz herhangi bir engellemeyle karşılaştınız mı?

Kendileriyle bir muhataplığımız olmadı ama yardımlara el konulduğuna, bu yüzden yardımların gerekli yerlere ulaştırılmasında gecikmeler yaşandığına dair bir endişe hâkimdi orada. Depremzedelerde de bir korku ve kaygı vardı, yardıma erişememe kaygısı… Ve bundan AFAD sorumlu tutuluyordu.

Çadırlara kapatılan kadınlar gördük

Fotoğraf: KADAV

Orada karşınıza çıkan tabloya, özellikle de kadınların ve çocukların durumuna dair gözlemleriniz neler?

Çadırların çamur içinde olduğu, suyun olmadığı, iç çamaşırının bulunamadığı, en temel hijyen malzemelerine bile ulaşılamadığı… Kısacası insanlık onuruyla asla bağdaşmayacak bir tabloyla karşılaştık. Bizim orada bulunduğumuz süre boyunca hiç duş alamamış insanların olduğunu gözlemledik. Bu insanlardan biri bize ellerini göstererek şöyle dedi: “Ben babamın cenazesini işte bu ellerle çıkardım enkazdan ve cenaze taşımış bir bedenle 10 gündür duş alamıyorum.”

Deprem gerçeğiyle çok küçük yaşta bu kadar acı şekilde tanışan çocukların, travmalarının tetiklenmesi riskinden uzak tutulabileceği bir ortamda olmadıklarını, kaldıkları çadırların enkazları görebilecekleri şekilde konumlandırıldığını gördük. Gerekli hijyen ve temizlik koşulları olmadığından birçok hastalık ve enfeksiyon riskine açık haldeydiler.

Yine çocuk yaştaki genç kadınların öbekleşen erkek grupları tarafından rahatsız edildiklerine, aile büyüklerinin bir koruma yöntemi olarak bu kadınları çadırlara kapattıklarına, onların çadırdan çıkmalarına izin vermediklerine tanıklık ettik.

Bir diğer gözlemimiz de bölgedeki emniyet ve güvenlik zincirinin koptuğu yönündeydi. Çünkü polislerin ve diğer güvenlik güçlerinin kendileri de depremzedeydi. Dudakları susuzluktan çatlamış bir polis memurunun bizden su istediğini gördük. Ekip arkadaşımız bunu bize ilettiğinde bölgedeki insanlar için endişem kat kat arttı. Jandarmaların bir kısmı enkazdan çıkmış, kırık ayakla insanların yardımına koşmaya çalışıyordu. Üzerleri yara bere içinde, kendi çadırını insanlara veren ve battaniyeyle günde bir buçuk saat uyuyan bir jandarma komutanıyla tanıştık. Normalinde hep talepkâr ve kadınların hakları için mücadele içinde olduğumuz bu görevlilerle dayanışma içinde bulduk kendimizi. Jandarmalar kendilerini güvende hissetmeyen kadınlara cep telefonlarını verdi örneğin. Bulabildikleri çözüm buydu. Böylece çadır kentte el yordamıyla bir güvenlik mekanizması oluşturmaya çalıştık.

“Ben birkaç gün önce babamı defnettim, görebileceğim en kötü haliyle gördüm babamın cenazesini. Defnettim ve onun yasını tutmak yerine tuvaletimi nereye yapacağımı düşünmek zorundayım. Bu çok aptalca değil mi?”

Uyumuyorlar, sürekli tetikteler

Anlattıklarınız gösteriyor ki afet yönetiminde kadın ve çocuk odaklı bir yaklaşım, toplumsal cinsiyet perspektifi söz konusu değil. Ciddi bir güvenlik sorunu da söz konusu…

Kadınların yıllarca mücadele ederek kurulmasını sağladığı, ağır aksak da olsa işleyen mekanizmalar çökmüş durumda. Eleştirebileceğimiz, geliştirilmesini talep edeceğimiz bir sistem kalmadı ortada. Dediğim gibi, kadınların tehlike anında erişebilecekleri bir güvenlik birimi bile yok. Kendilerini koruyabilmek için gece gündüz uyanık kalıyorlar. Nöbetleşe uyumaya çalışsalar da hepsi tetikte. Genel bir kaygı var. Hem geleceğe hem de şimdiye ilişkin bir kaygı bu. Çocuğu olan çocuğu için; yan çadırda dostu, annesi, akrabası olanlar onlar için kaygılanıyor. Antakya’da kendisi için üzülen çok az kadın var, kendilerinden çok yanındakileri düşünüyorlar.

Tek ebeveyn olan kadınlar ne durumda?

Yalnız anneler için de en yakıcı sorunlardan biri güvenlik. Onlar çocukları için ekstra kaygılanıyorlar. Çocuklarını bırakabilecekleri ve bu ortamda travmadan koruyabilecekleri hiçbir yer yok. Kendileri zaten ruhsal anlamda ciddi bir yara almışken, çocukları için güçlü durmaya çalıştıkları için hiçbir şey konuşamıyorlar. Çünkü çocuklarını kendilerinden uzaklaştırabilecekleri bir alan yok. Onları 7/24 gözünün önünden ayırmayan ve 7/24 ağlamamaya çalışan bir insan düşünün. Ama daha yeni büyük bir yıkım ve kayıplar yaşamış, belki de sevdiklerinin cenazesini elleriyle çıkarmış bir insan…

Ama yaslarını yaşayamıyorlar…

Yaşayamıyorlar, ağlayamıyor bile bazıları. Özellikle yalnız annelerde, çocukları için güçlü durmaya çalışan kadınlarda gördük bunu. Bir kadınla konuştuk, bize şöyle dedi: “Ben birkaç gün önce babamı defnettim, görebileceğim en kötü haliyle gördüm babamın cenazesini. Defnettim ve onun yasını tutmak yerine tuvaletimi nereye yapacağımı düşünmek zorundayım. Bu çok aptalca değil mi?” Yas sürecini doğru şekilde yaşayabilmeleri için temel haklara erişebilmeleri gerek. Ama tuvalet yok, su yok. Tuvaletlerini yaptıkları yerin iki adım ötesinde kendi çadırları var, kokudan durulmuyor.

Yeterli çadır da yok hâlâ…

Tabii. 21’inci yüzyılda konteynerler varken; tiny house’lar, ev teknolojileri vs. bu kadar gelişmişken talebimizin çadır olmasını geçtim, insanlar en kötü koşullarda kalabileceği çadıra ulaşamıyor.

Çok sayıda insan da göç etti. En yoksullar, olanağı olmayanlar mı kaldı şehirde?

Hayır, böyle bir durum yok. Her sosyal statüden, her sınıftan, her çeşit insan var Antakya’da. Altında lüks cipi olan bile vardı ve o da suya, temel ihtiyaçlarına erişemiyor. Hali vakti yerinde, gitse gider ama kalıyor. Dolayısıyla dediğiniz şekilde bir sosyolojik tespitimiz olmadı bizim; tabii bunları değerlendirebilmek için henüz erken. Ancak bizim gözlemimiz şu: Antakya’da insanlar kentine çok bağlı. Diyorlar ki “Biz burayı terk edersek döndüğümüzde nasıl bulacağımızı nereden bileceğiz?” Zaten devlete, hükümete karşı bir güvensizlik var. Bu güvensizlik içerisinde burayı bırakıp gitmek istemiyorlar. Hani sevdiğini gözünden sakınır ya insan, kenti de öyle sakınıyorlar gözlerinden. Gerçekten çok bağlılar.

“Bizlerin, yani feministler ve kadın örgütlerinin, LGBTİ+ örgütlerinin dayanışması önem taşıyor. Sadece bugün ve yarın için değil, çok uzun vadeli programlarla sistematik bir dayanışma içerisine girmemiz gerek. Bu da ancak vazgeçmemekle mümkün. Antakya’dan vazgeçmemeliyiz.”

LGBTİ+’ların güvenli yaşam alanları yok oldu

LGBTİ+’ların durumuna dair neler söylersiniz?

LGBTİ+’ların yıllarca kendileri gibi olmak için verdikleri emek hor görülüyor. Örneğin hormon ilaçlarını talep ettiklerinde, lüks bir şey istiyorlarmış gibi duymazdan geliniyorlar. Bu ilaçların bir kısmını kendi çabalarımızla arkadaşlarımıza zar zor ulaştırabildik. Ulaştıramadığımız çok fazla insan oldu. Toplumdan dışlanıyorlar; çünkü kendi korunaklı alanlarından çıkmak zorunda kaldılar.

Bu kentte gerçekten bir dayanışma kültürü var. Bu kültürün sonucunda kadın+ ve LGBTİ+’ların kendilerini güvende hissettikleri çemberler vardı. Yine transların bir yaşam alanı vardı kendilerini koruyabildikleri, dayanışmayla birlikte var olabildikleri. Ancak bugün insanların temel ihtiyaçlarına bile erişemediği bir durumda dayanışmanın kendisi de ciddi anlamda yara almış durumda.

Dolayısıyla bu dayanışma ağlarını, güvenli yaşam alanlarını yeniden kurmak gerekiyor…

Evet, tam da bu noktada bizim yani feministler ve kadın örgütlerinin, LGBTİ+ örgütlerinin dayanışması önem taşıyor. Sadece bugün ve yarın için değil, çok uzun vadeli programlarla sistematik bir dayanışma içerisine girmemiz gerek. Bu da ancak vazgeçmemekle mümkün. Antakya’dan vazgeçmemeliyiz. Sadece anaakım dönemde değil, haberlerde çıktığı sürece değil, burayı içimizden hiç sökmeden, uzun vadeli düşünerek çalışmalarımızı ve enerjimizi planlamalıyız.

Şunu da eklemek isterim: Biz KADAV ve gönüllüler olarak Antakya’ya odaklandığımız için Antakya diyorum. Diğer afet illerini unutmadan, o illeri başka yere koymadan söylüyorum bunu. Bizim çalışma alanımız burası olduğu için…

Tek mesele ped değil

Bundan sonraki süreçte kadın dayanışmasını büyütmek için ne yapılabilir? Siz neler planlıyorsunuz?

Gözlemlerimizin bir kısmını aktarmaya çalıştık size ama açıkçası kelimelerimiz yetmiyor. Önce oturup kapsamlı bir değerlendirme ve planlama yapacağız. Antakya’ya elbette tekrar gideceğiz birkaç hafta sonra. Geliş gidişlerimiz devam edecek, belki orada daha yerleşik bir kadın dayanışması odağı yaratacağız.

Son olarak şunu da söylemek isterim: Kadınların temel ihtiyacı denilince insanların hemen aklına ped geliyor. Elbette ped temel ihtiyaç ama toplumsal cinsiyet odaklı düşünürken dayanışmanın pede indirgenmemesi gerek. O pedi takabilecek temiz iç çamaşırları da yok kadınların örneğin. Bir kadın hiçbir temel hakkına erişemiyorsa, kendisini değil çocuğunu düşünmekten psikolojisi daha da bozuluyorsa, devlet o çocuğun yükünü hiçbir şekilde kadının üzerinden almıyorsa… Bir transın yıllarca emek verdiği sürecinde hormon ilaçlarına erişme telaşı küçümseniyorsa… Tüm bu meseleler üzerinde mücadeleyi yoğunlaştırmalıyız. Birebir kadınlarla, LGBTİ+’larla görüşmemiz, onların kendilerini güvende hissettiğinden emin olmamız gerek. Yani ped elbette önemli ama tek mesele bu değil, çok ciddi sorunlar var. Bütünlüklü bir bakış açısıyla hareket etmeliyiz.

Fotoğraflar: Bahar Gök

Paylaş:

Benzer İçerikler

Kadınİşçi olarak 25 Kasım Kadına Yönelik Şiddete Karşı Mücadele ve Dayanışma Günü etkinliği çerçevesinde 1 Aralık Pazar günü Gebze’de buluştuk. İşyerinde, sokakta ve evde yaşadığımız şiddeti, dayanışmayı, ücretli emek deneyimlerimizi konuştuk. Erkeklerin alınmadığı bir kıraathanede yaptığımız buluşmada öne çıkan mesaj ise “Şiddetin herhangi birimizi bulmaması için her kadının dayanışmanın bir parçası olması gerekli” oldu.
Hatay’ın Defne ilçesinin Ballıöz köyünde yol yapacağız gerekçesiyle zeytinlerin kesilmesine tek başına direnen; “Hem yüzlerce zeytin ağacımızın kesilmesi hem de arsaları sahibinden habersiz kamulaştırıp el koymalar çok korkunç bir durum. Bizlere ‘gidin bu köyden’ demek istiyorlar. Toprağımı terk etmeyeceğim, ölürüm ama gitmem” diye düşüncelerini ifade eden Çiğdem Aslan, dayanışmaya çağırıyor.
Üç yıldır yayın hayatını sürdüren kadınların ücretli, ücretsiz emek deneyim, talep ve direnişlerini dile getirmek için hak haberciliği yapan sitemiz Kadınİşçi, Metin Göktepe Jüri Özel Ödülü’ne layık görüldü. Yolumuzu aydınlatan ve halkın, sınıfın gerçeklerini aktarırken yaşamını yitiren Metin Göktepe’yi saygıyla anıyoruz.
Yoksulluğa, erkek şiddetine, savaşa, emek sömürüsüne karşı sokakları terk etmeyeceklerini vurgulayan kadınlar, “Haklarımız, hayatlarımız için mücadelemizi büyüteceğiz” dedi.
İçeriklerimizi kaçırmamak için e-posta bültenimize ücretsiz abone olun!