Omuzlarımızdaki yük ağır ama yalnız değiliz!

Yalnız olmadığımızı gördük. Temiz hava, güneş ve denizden ziyade bu hissin verdiği ferahlıkla ağır ağır Çanakkale’nin yeşilini geride bırakıp, canavar gibi ağzını açmış bizi bekleyen İstanbul’a döndük. Ama “kolay lokma” değil, birlikteyken demir leblebilere dönüşenler olarak!
Paylaş:

Ölümlü Dünya filmini seyredenler için unutulmaz bir karakter olan Serbest gibi isyanlardaydım son günlerde. Evet, parolam sevgiydi ama şiddeti bir enstrüman olarak kullanabileceğim sınırlara yakındım. Çünkü asla tek bir noktaya odaklanmamıza izin vermeyen gündemlere beni adeta dövdürttü, bu zamanlar. Krizinden erkeklik belasına, orman yangınlarından doğa talanına, ayrımcılıktan nefretine… gündemler beni her zerresi ile dövdü. Gündelik yaşamın her alanına bağdaş kurup oturmuş ekonomik sorunlar, ev sahibi muamelesi yapan erkeklik halleri ve saldırganlıkları beni boğdu, boğdu, boğdu; duvara attı. Kimi zaman sessiz kimi zaman bağırarak çığlıklar, yardım çığlıkları halindeydim. “Bir kişi be! Bir kişi!” deyip çevreme de isyan etmiştim.

İşte tam o sıralar telefonum çaldı. Bir arkadaşım, “Kadınİşçi’nin yaz kampı düzenlediğini” söyledi ve “benim de katılmak isteyip istemediğimi” sordu. “Böyle soru olur mu allasen! Ben bu ‘aileden’ değil miyim?” demedim. En naif halimi takınarak, “Beni de çağırdığın için çok teşekkür ederim. Elbette gelirim” diyerek valizimi hazırladım ve kaçar gibi İstanbul’u geride bıraktım.

Bu, Kadınİşçi’nin ilk kampıydı ama kendi açımdan bir kadın kampına ilk kez katılmıyordum. Dolayısıyla kadınlardan oluşan böylesi çalışmaların her derde deva, erkekliğe bela, yalnızlık hissine sela olabileceğini düşünüyordum. Ama tabii bu kadar sorumluluk yüklemedim. Deniz, kum, kadınlar ve biraz da politik çalışma, boğulma halimi sağaltırdı, buna emindim.

Ama işte, yaşanan bundan fazlası oldu.

Ağırlıklı olarak İstanbul ve Gebze’den katılım olmakla birlikte Malatya, Manisa ve Bursa’dan da kadınlar gelmiş, Çanakkale’nin Ayvacık ilçesine bağlı şirin bir koyun kamp alanında buluşmuştuk. İlk gün yerleşme ve tanışma faslının ardından bu kamptan beklentilerimizi konuştuk. İlk kez bir araya gelmiş ve birçoğumuz birbirimizi burada tanımıştık. Dolayısıyla cümlelerimiz biraz çekingen ve kısaydı. “E ama bu kadar çekingenlik yeter” deyip “Erik Dalı”nı açınca, sonra bir de halaya tutuşunca aramızdaki yabancılık hissi de eriyiverdi.

Yas ve neşenin paylaşıldığı bir kamp

Diğer günler neler yaptık, neler konuştuk ve tartıştık; bunlardan çok bahsetmeyeceğim. Bunun yerine bu kampta, beni derinden etkileyen birkaç izlenimi paylaşmak istiyorum. İlki, deprem bölgesinden iki kadın arkadaşın, Sultan ve Halime’nin kamptaki varlığıydı. “Varlığıydı” kelimesini bilinçli kullandım. Çünkü sadece “kampa gelmediler.” Kampta sadece “konuşma yapmadılar.” Yasları, neşeleri, kadın olma halleri ile orada “var oldular.”

6 Şubat depremi, sadece milyonlarca insanın yaşamlarını yıkıp yüz binlerce insanın ölümüne neden olmadı. Devlet ve kurumları tarafından yalnız ve mahrum bırakılma, ölüme terk edilme, izole edilme ile daha derin ve on yıllar sonra bile etkilerini sürdürecek bir toplumsal travmaya da neden oldu. Elbette bu durum, sadece depremi birebir yaşayanlar için geçerli değil. Aynı derecede olmamakla birlikte, bölgeye dayanışma için koşanlar ve bulunduğu yerden bu acıyı derinden duyanlar için de geçerli.

Aradan geçen yedi ayda ise bu travmayı sağaltma çabalarına şahit olmadık. Aksine bambaşka gündemler araya sıkıştırıldı. Seçim gibi… Tüm kaderimizin buna bağlandığı hissi ve endişesi eşliğinde bambaşka bir gündemin ortasına, adeta kolumuzdan çekiştirilerek atıldık. Oysa her geçen gün, yine devlet ve kurumlarının uygulamalarından (ya da uygulamamalarından) bu toplumsal travma derinleşmeye devam ediyordu.

Sultan ve Halime her konuştuğunda, zihnimin bir yanı bunlarla meşgul oluyordu. Anlattıklarını bu eksende değerlendiriyordum. Keza anlattıkları, deneyimledikleri şeyler tam olarak bunun bir yansımasıydı. Daha derin, daha ayrıntılı idi. Aynı zamanda bilmediğim birçok şey de öğreniyordum. Malatya’nın bir nevi kadın işçi kenti olduğunu ve bu durumun deprem sonrası da sürdüğünü onların anlatımlarından öğrendim- ki burada kadınlar fabrikaya ait ya da yakın konteyner ve çadır kentlerde yaşıyor ve hâlâ (ve hatta depremin ardından üç-beş gün geçmeden) sağlıklı bir barınma imkânı olmadığı halde günlük geçim için fabrikada çalışıyorlardı. Oradan çıkıp, ne kadar ev denebilirse, evlerine dönüp bu kez burada çalışmayı sürdürüyorlardı. (Halime hariç. O, anlattığına göre eşiyle iş bölümü yapabilmelerinden kaynaklı bir parça evde çalışma yükümlülüğünden kendini kurtarabilmişti.)

Yas hali, kolay kolay geçmiyordu. Halime’nin deyişiyle “sanki evinizde yas var ve bir türlü bu yastan çıkamıyorsunuz.” Ama kadınların fabrika ve evlerinde yaşadıklarına dair anlattıklarında yasın yanı sıra direnç ve inat vardı. Diğer işçiler, müdürler ve de patronlarla yaşadıklarında ve bunlara karşı ortaya koydukları tavırlarında bunu görmemek mümkün değildi. Zaman zaman öfkelendik ama çokça kadınların güçlü yanlarıyla sevindik, güldük, neşelendik. Her afet sonrasında yaşamın yeniden nasıl kadın emeğiyle düzene oturtulmaya çalışıldığına bir kez daha şahitlik ettik ki bunun bana ne denli güç veren bir şey olduğunu sanırım sözcüklerle anlatamam.

Karton kadınımız noktalarla dolmaya başladıkça, çalışma basit bir çalışma olmaktan çıktı. Şimdi karşımızda; hangi meslekten olursak olalım, patriyarkal kapitalist sistemde çalışma düzeninin bedenimiz üzerinde yarattığı tahribat vardı.

Kadın işçi sağlığı mı? O da ne?

İkinci olarak, kadın işçi sağlığı ve iş güvenliği konusundaki çalışma, sanırım sadece benim için değil, diğer birçok kadın açısından da önemli bir şeyi fark ettiğimiz anlardan oldu. Necla’nın bir kartona çizdiği kadın figürü üzerinden oynadığımız küçük bir oyunla başladı her şey. Eğlenceli başladı. Her birimiz önce mesleğimizi söylüyor, ardından bu mesleğin bizim vücudumuzda ne gibi hastalıklara, rahatsızlıklara, nasıl sebep olduğunu anlatıyor ve o noktayı işaretliyorduk. Çok basit değil mi?

Hayır. Ne basit ne de eğlenceli!

Çünkü oyun devam ettikçe, eğlenceli olmaktan çıktı. Kadın figürü üzerindeki mesleklerimizden kaynaklı noktalar çoğalıp karton kadınımız noktalarla dolmaya başladıkça, çalışma basit bir çalışma olmaktan çıktı. Şimdi karşımızda; hangi meslekten olursak olalım, patriyarkal kapitalist sistemde çalışma düzeninin bedenimiz üzerinde yarattığı tahribat vardı. Bu tahribatın ortak ve birbirinden ayrılan noktaları vardı. Ama sonuç olarak asla görülmeyen, yok sayılan bir gerçekliğin bizi nasıl tükettiği vardı.

Bu, önemli bir çalışmaydı. Çünkü bu gerçekliği, en öncelikli olarak bizim fark etmemiz gerekiyordu. Bunu fark ettirdi. Kuşkusuz çalışma düzeni, işçi düşmanlığı ve sermaye yararı üzerine kuruluydu. Ancak bize dayatılan çalışma düzeni daha karmaşık ve toplumsal cinsiyet rollerinden besleniyor ve bu da bilinçli olarak tarif dışı bırakılıyordu. Bunu tariflemek ve bulunduğumuz alanlardan bunun mücadelesini vermek zorundaydık.

Birlikteyken “demir leblebi”yiz!

Bir arada olup deneyimlerimizi paylaşmak, zeytin ağaçlarına sırtımızı dayayıp incir ağaçlarından topladığımız incirlerle beslenmek gibiydi. Hem güçlendik hem arındık hem de eğlendik. Son gün yaptığımız değerlenmede; beş günün bir kamp için uzun olabileceğini iddia edenler başta olmak üzere her birimiz, bu kampın neden bu kadar kısa tutulduğunu eleştirecek hale geldik. (Bu arada telefonuma da çokça “Ne zaman dönüyorsun? Bitmedi mi kamp?” diye mesajlar geliyordu. Zaten kampın bu kadar çabuk bitmesine öfkeliyim, Serbest’lik gözümü bürüdü, yazdım cevabımı: “Ne dön abi! Ne dön! Dönsem tanıyacak mısın beni! Bu kamp, bu kadınlar başka birine çevirdi beni!” Ne dediğimi, neden dediğimi anlamadılar tabii, o ayrı.)

Kampa dair söylenecek son sözleri, bizleri ağlatarak Halime söyledi yine. Kamp boyunca yaptığı gibi çokça metafor kurarak bizi allak bullak eden konuşmasından aklımda kalan bir cümle, “Bu kampa geldiğimden beri şunu fark ettim, omuzlarımda ağrı hissetmiyorum” idi. Ki bu hem yükümüzü paylaşmakla hem de kadın işçi sağlığı üzerine konuştuklarımızla o kadar ilgili ki… “Burasının bir deniz olduğunu düşünüyorum ve buradaki kadınlar bana yüzme öğretiyorlar gibi geliyor. Şimdiye dek o kadar yalnızdım ki! Okumak için aileme karşı mücadele ederken yalnızdım. Fabrikada yalnızdım. Ama şimdi anlıyorum ki yalnız değilim” diyordu Halime. Her birimiz, böylesi mücadeleler içinden geçtik ve hayatta kalabilmek için o kadar çabaladık ki… Şimdi bu sözleri duymak, her birimize hem çok duygusal anlar yaşattı hem de yalnız olmadığımızı bir kez daha hatırlattı.

Omuzlarımızda yük ağır ama yalnız değiliz! Temiz hava, güneş ve denizden ziyade bu hissin verdiği ferahlıkla ağır ağır Çanakkale’nin yeşilini geride bırakıp, canavar gibi ağzını açmış bizi bekleyen İstanbul’a döndük. Ama “kolay lokma” değil, birlikteyken demir leblebilere dönüşenler olarak! (Halime kadar olmasa da ben de bir metafor yapayım dedim.)

Paylaş:

Benzer İçerikler

Farklı illerden, sektörlerden 31 kadındık. Beş gün süren kamp boyunca bilgilendik, eğlendik, deneyimlerimizi paylaştık. Zeytin ağaçlarının altında ücretli ve ücretsiz emeğimizi, kadın işçi sağlığı ve iş güvenliğini, ILO 190’ı, örgütlenmeyi ve daha pek çok şeyi konuştuk. Bazen güldük, bazen ağladık, birbirimize sımsıkı sarıldık. İyi ki bir aradaydık.
İçeriklerimizi kaçırmamak için e-posta bültenimize ücretsiz abone olun!