Sevda Karaca: “Kadın emekçilerin önündeki duvarlar kale duvarından sert!”

Sevda Karaca geçtiğimiz dönem parlamentoya girdi. İşçi grev, direniş ve eylemlerinin hemen hemen hepsinde onu görmeye başladık. 1 Mayıs onunla emeğin ve kadın emeğinin sorunlarını konuşmak için en uygun gündü. Sevda “Kadınların hak ve hayatlarının kadın emeğinden bağımsız ve bağlamsız görülmemesi ve değerlendirilmemesi” gerektiğinin altını çizerek, kadın yoksulluğu ile mücadeleye vurgu yapıyor.
Paylaş:

Ekonomik krizin, kemer sıkma politikaları ve dizginsiz bir sömürü eşliğinde derinleştiği bir dönemde 1 Mayıs’a gidiyoruz. Çalışma koşullarının dehşetli bir hal aldığı ve ücretlerin her geçen gün eridiği, güvencesiz ve esnek çalışma modelleri ile geleceksizliğin norm haline geldiği ülkede kadın işçi ve emekçiler için yaşananların ağırlığının arttığı bir dönem aynı zamanda, bu dönem…

Bu tabloyu, milletvekili seçildiği günden bu yana vekil kürsüsünü işçi direnişlerine taşıyan EMEP Milletvekili Sevda Karaca ile konuştuk. Sevda, daha önce uzun süre Hayat TV’de kadın programı da yapmış, kadınların ücretli-ücretsiz emek hallerini ve mücadelelerini buraya taşımıştı.

“Taksim küçümsemeden, sınıfın acil ihtiyaçları etrafında birleşilmeli”

– Emek ve Meslek örgütleri 1 Mayıs’ın Taksimde kutlanmasına karar verdi, bu konuda neler demek istersiniz?

Sandıkta sermaye rejimine, Şimşek’in boğaza çökme planına karşı tepkisini gösteren emekçiler, bir adım daha ileri atarak, daha örgütlü bir mücadele programı etrafında yan yana gelmenin olanaklarını yaratmalı.  1 Mayıs’ı bu koşullar altında takvimsel bir gün olmaktan çıkartıp, gerçek bir mücadele gününe dönüştürebilmek, sonrasındaki açık sınıf savaşının mevzilerini güçlendirmek için önemli bir eşik olacak. Bu nedenle, olabildiğince en geniş birliklerle, en yerelde, işçi ve emekçilerin, kadınların, gençlerin önümüzdeki dönem bu sermaye saldırılarının ne olacağını, OVP, 12. Kalkınma Planının yaratacağı yıkımı, sermayenin ve sarayın planlarını, başına gelecekleri daha çok tartışmaya, olan biteni daha açık görmeye ve göstermeye ihtiyacı var. Patronların planları karşısında kendi planımızı, mücadeleyi genişletecek, geliştirecek ortak talepleri en ileri düzeyde, en geniş kesimlerin katılımıyla, en geniş ortaklaşmanın araçlarını yaratarak ilan etmemiz lazım. İşte 1 Mayıs, buna vesile olmalı.

Taksim, tartışmasız bir şekilde Türkiye işçi sınıfı ve sosyalist güçleri açısından tarihi bir 1 Mayıs alanıdır ve Taksim’de 1 Mayıs kutlamak tartışmasız bir haktır. Burada değerlendirilmesi gereken şey; az önce belirttiğim ihtiyaçlar. Taksim’in önemini küçümsemeden, sınıfın bugünkü acil ve yakıcı ihtiyaçları etrafında birleşmesinin, tepkisini kitlesel olarak ortaya koymasının olanaklarının yaratılmasının önem ve gerekliliğini değerlendirerek hareket etmek. Yani, daha açık ifadeyle, Taksim; geniş halk kesimlerini, işçi ve emekçileri Taksim’e akacak biçimde örgütlemeden, sendikal bürokrasinin göstermelik çağrılarıyla yetinerek, tartışmayı sadece kendilerinin orada olacağı üzerine kurmasıyla kazanılamaz.  Buna dikkat çekmek, en geniş emekçi ve işçi kesimlerinin, kadınların, gençlerin taleplerini en aşağıdan örgütleme gayreti gösterilmeden, alan tartışmasının sadece sendika yöneticilerinin ve siyasi partilerin nerede 1 Mayıs kutlayacağı üzerinden dönmesine eleştirel yaklaşmak mücadeleye yaklaşımla ilgili bir farklılık. Bu tartışmayı, yasağa boyun eğmek olarak değerlendirmek ise kolaycılık, görevden kaçmacılık.

Görmemiz gereken çok açık bir gerçek var: Türkiye işçi sınıfı örgütsüz. Halk örgütsüz. İş cinayetleri olağanlaşmış, ağır çalışma koşullarından işçinin beli bükülmüş, ücretler açlık sınırının altında kalmış olsa da bu sorunlar etrafında işçilerin birleşmiş, örgütlenmiş, sendikalaşmış olduğunu söylemek ne yazık ki mümkün değil. Tam tersine bu birleşme ve örgütlenmenin önüne konmuş büyük setler söz konusu. Ancak işçilerin bütün bu ön almalara karşın yaşadığı şeyleri görmezden geldiğini, tepki göstermediğini de söyleyemeyiz. Özellikle sendikasız işyerlerinden yükselen grev ve iş bırakmalar bize bu anlamda çok şey söylüyor. Bu nedenle yalnızca örgütlü işçileri değil bilakis örgütsüz işçileri de ortak taleplerle yerelinde ve yaygın bir şekilde alana taşıma ve mücadeleye kazanmayı en elzem şey olarak kabul edip hareket etmeliyiz. Diğer türlüsü, bugün öfkesi burnunda olan geniş halk kesimlerinin seyirci kaldığı, birilerinin de Taksim’i fethe çıktığı bir edilgenlik yaratıyor ki bizim itirazımız buna. Bugün milyonlarca işçinin çalıştığı, hayatını sürdürdüğü İstanbul’da bütün bu tartışmalar sürerken işyerinde, mahallesinde talepleri için 1 Mayıs’ta Taksim’de olmaya ikna etmek, birlikte bir güç olmak ve bu güçle Taksim’i yasaklardan kurtarmak için sendikaların ne yaptığı, gerçekten böyle bir tartışmayı işçilerle yapıp yapmadığı, işçileri alana getirmek için samimi ve hakiki bir uğraş verip vermediği asıl turnusol kâğıdı. Ama bu turnusol kâğıdı ne yazık ki hep yanlış yerde kullanılıyor. Buna dikkat çekmek sosyal medya mecralarında asılsız tartışmaların gerekçesi haline getiriliyor. Yakışıksız olduğu kadar art niyetli de bu.

“Çalışan kadına ev köleliği dayatılıyor”

– Uzun süre Hayat TVde kadın programı yaptınız, genel olarak emek ve kadın emeği meselelerine hâkimsiniz, 1 Mayısa giderken Türkiyede kadın emeğinin sorunları neler sizce?

Türkiye’de hala kadınların çalışma yaşamına katılma oranı yüzde 30’larda ve erkeklerin oranının yarısından daha az. Bazı bölgelerde yüzde 20’leri dahi bulamadığını biliyoruz. Bu koşullarda Türkiye’deki kadın emeği sorunlarının başına kadın işsizliğini koymak gerekir. Bununla çok ilişkili bir şekilde, istihdama katılmamanın gerekçeleri de elbette birlikte değerlendirilmeli. Yani, ev içi bakım yükünün kadınların üzerine bırakılması ve iktidar politikalarıyla bu yükün daha da ağırlaştırılmasıyla sorunlar daha da katlanıyor.  Öte yandan çalışma yaşamına katılan kadınlar açısından korkunç koşullar söz konusu. Kadınların büyük kısmının kayıt dışı ve dolayısıyla güvencesiz çalışması da hem bir emek sorunu hem de “işçi/emekçi sayılmama” sorunu. Günlük, parça başı, kısmi zamanlı, sigortasız ve düşük ücretlerle çalışan kadınların istihdamın bir parçası dahi sayılmaması, kadınları doğalında hak tartışmasının da dışına itebiliyor. Yani, çoğunlukla ev içi bakım yükünün üstüne “arta kalan zamanda” yapılan bu işler bir yandan “iş” olarak görülmezken, öznelerin gözünde dahi “aile bütçesine katkı” olarak nitelendirildiği ve ücretli emeğin görünmez kılındığı bir duruma dönüşebiliyor.

Kayıtlı çalışan kadınlar açısından da durumun çok parlak olduğunu söyleyemiyoruz. İktidarın neoliberal politikalarının kadınlara “ev köleliği” dayatması; çalışma yaşamında da “esnek” çalışma zorlamasıyla kendisini gösteriyor. Bugün kadın istihdam oranlarının en düşük olduğu Kürt illerinin merkez üssü yapılmak istendiği “çağrı merkezleri”ni örnek gösterebiliriz. “Kadına/anneye uygun” diye müjdelenen bu iş alanında, kadınların evden, kısmi zamanlı ve esnek şekilde çalıştırıldığı muazzam bir sömürü düzeni kuruluyor. Yalnızca “sigortalı” ve “asgari ücretli” olması, şükür sebebi sayılsın isteniyor. Ancak hattın öte ucundaki kadın bir yandan bebeğini emziriyor, molasında çocuğunu okula bırakıyor.

Sizin de söylediğiniz gibi, Ekmek ve Gül’ün sayfaları, bu büyük fabrikalarda çalışan kadınların yaşadıklarını anlattıkları mektuplarla dolu. İşte Özal örneği. Kadın işçiler bir ‘mecburiyet’ ilişkisi içinde her türlü insanlık dışı muameleye devlet patron işbirliğiyle maruz bırakılıyor. Kadın emekçilerin bu koşullar altında örgütlenmesinin önündeki duvarların kale duvarlarından sert olduğunu söylemek gerekiyor.

Toplum yoksullaştıkça ücretli ya da ücretsiz kadın emeğinin üzerindeki sömürünün katmerlendiği gerçeğini de göz ardı etmemek gerekiyor. Özellikle kadın işçiler açısından zorbalığın arttığı bir üretim düzeni var. Burada da Urfa’daki Özak Tekstil’i yeniden örnek vermek isterim. Kadın işçilerin diğer işçilerle birlikte emeği üzerinde korkunç bir sömürünün yanı sıra türlü şiddet ve hakarete maruz kaldığı bir işyeri olarak tarihe yazıldı Özak. Yine aynı şekilde; patronların kârlarını arttırmak için giriştikleri işçi kıyımlarında kadınlar bir yandan gözden ilk çıkarılanlar olurken diğer yandan kayıt dışılıkla, parça başı işlerle sömürülmeye mecbur kılınıyor. İktidarın bugün acı reçete olarak sunduğu orta vadeli programda da kadınların kayıt dışına daha çok itildiği, esnek çalışma modeline daha çok zorlandığı bir dönem gelecek. Bu haliyle evin içinde de dışında da ücretli de ücretsiz de kadın emeğinin daha çok sömürüleceğini bir kez de buradan söylemek isterim.

“Sendikal temsiliyete baktığımızda bile eksikliği görüyoruz”

– Bir Mayısta ücretli ücretsiz kadın emeği alanında taleplerimiz neler olmalı?

İşsizliğin, yoksulluğun, sigortasızlığın, kayıt dışılığın, kötü çalışma koşullarının, kadınlara dönük özel zorbalığın, şiddet ve eşitsizliğin bu denli ayyuka çıktığı yerde; ev içi bakım yükünün özellikle yoksulluk arttıkça ev içi şiddetten bağımsız anılmadığı koşullarda kadınların 1 Mayıs alanlarında haykıracağı talepler bütün bunlardan kurtulmak olacaktır.

– Sendikalar bu talepleri yeterince ifade edebiliyorlar mı?

Bu soruya “hangi sendikalar?” diye bir soru ekleyerek devam etmek isterim. Türkiye tabiri caizse sendika enflasyonu olan bir ülke olmakla birlikte sendikalılığın da bir o kadar düşük olduğu bir ülke. İşçilerin bugün, özgürce diledikleri sendikaya üye olduğunu söylemek imkansız. Çoğunlukla patronların dayattığı sarı sendikalara üye yaptırılan işçilerin, üye oldukları sendikaların kendi taleplerini dile getirdiğini söyleyemeyiz. Yine burada yakın ve çarpıcı bir örnek olarak Özak’ı anmak isterim. Öz İplik İş sendikasına bir şekilde üye yaptırılan Özak Tekstil işçileri; kadın işçilerin özgün sorunları başta olmak üzere bir bütün olarak fabrikadaki bütün işçilerin sorunlarını dile getirmedikleri için ayrıldılar. Seçtikleri ve üye oldukları sendikayla taleplerini dile getirdikleri için 80 gün boyunca her türlü devlet ve sermaye şiddetinden nasiplerini aldılar. Dolayısıyla sendikaların önemli bir kısmı için değil kadın işçilerin talepleri; işçinin hiçbir talebiyle ilgilenmediğini, patronun sömürüsünü eşgüdümlü çalışarak meşrulaştırmanın ötesine geçmediğini çok rahat ifade edebiliriz.

Bugün sendikal bürokrasinin tekelindeki her renkten sendika, söz konusu olan kadın işçiler olduğunda sadece ‘sorumsuz’ davranmıyor, kendilerini patronlara ve devlete karşı ‘sorumlu’ sayarak işçilerin önünde büyük bir engel oluşturuyor.

Sendika sözcüğünün ifade ettiği esas sorumlulukları yerine getirenler açısından durum aynı değil şüphesiz. Ancak burada da kadın işçilerin özgün sorunlarının özgün mücadele alanlarına dönüştürüldüğünden ya da kadın işçilere özgü söz ve taleplerin yükseltildiğini tam olarak söyleyemeyiz. Emek sömürüsünü erkek sınıftaşlarına göre daha derin yaşayan kadın işçilerin sendikalardaki temsiliyetine bakıldığında dahi eksikliği tespit etmek mümkün. Burada elbette gerçek bir sınıf sendikacılığı iddiasında olan sendikaların görevleri, sorumlulukları büyük. Ama ben aslolarak kadın işçilerin, kadın emekçilerin de boyunlarındaki prangaları sökmek üzere dünden daha fazla hayatına, emeğine sahip çıkan bir güce, dayanışmaya ve birlikteliğe ihtiyacı olduğunu, ancak bunun sendikalar ve sendikacılığı değiştirebileceğini düşünüyorum.  

“Meclis kürsüsü işçiye, işçi kürsüsü meclise”

– Milletvekili seçilir seçilmez sizi işçi direnişlerinde görmeye başladık, Özak Tekstil işçisi kadınlarla gaz yediniz, polis şiddetine maruz kaldınız, bir parlamenter olarak emek eksenli parlamento siyaseti nasıl olmalı sizce?

Genel seçim çalışmalarında “meclis kürsüsünü işçilere, işçi kürsülerini de meclise taşıyacağımızı” ifade etmiştik. Sözümüzün arkasındayız çünkü sözümüz ideolojimizin, politik duruşumuzun gereği. Nitekim pratiğimiz de öyle oldu. Emek Partili iki milletvekili olarak parlamentoya girdiğimiz ilk günden itibaren meclis kürsüsünde emeğin sözünü görünür kılmaya gayret ettik. Bunu yaparken fabrikalardan, işletmelerden, mücadele alanlarından, organize sanayi bölgelerinden ayağımızı hiç çekmedik. Geçen sürede baş gösteren bütün işçi direnişlerinin içinde olma çabasındaydık. Çünkü parlamento çalışmasının tam olarak böyle olması gerektiğini düşünüyoruz.

Sosyalistler olarak meclisi de mücadelenin diğer alanlarını da diğer ideolojilerin temsilcilerinden farklı görüyoruz. Ana işlevi yasa yapmak olan organın bir o kadar önemli diğer işlevi olan denetlemenin muhalefet açısından bugün daha etkin kullanılabildiğini biliyoruz. Çoğunluğu elde tutan sermaye yanlısı mevcut iktidar ve gerici ortaklarının bu çoğunluğu halka karşı bir zorbalığa çevirdiği yerde, işçiler ve halk lehine yasa yapma ihtimali ortadan kalkıyor. Sermayenin çıkarlarının tam da karşısında duran işçilerin, emekçilerin ve ezilen tüm halk kesimlerinin daha da çok sömürülmesi için planlanan politikaların uygulayıcısı olan bir organda yürütülecek faaliyet, yalnızca kürsüden seslenmek olamaz. İşçi ve emekçi halkın mevcut iktidarın araçlarıyla nasıl bir kuşatma altında olduğunu göz önünde bulundurduğumuzda, uzaktan söylenmiş sözlerin işçiye, emekçiye ulaşamadan dağılacağını biliyoruz. Öte yandan sorunun muhataplarından çıkmamış sözleri dile getirmenin de bir karşılığı olmayacaktır. Böyle bir ortamda bize düşen; aleyhine çalışılan işçi ve emekçiler ile tüm ezilenlerin yanında, sorunun yerelinde bulunarak muhataplarıyla görüşerek ve tartışarak ortaya çıkan sesi, sözü, talebi ve ihtiyacı alanından parlamentoya taşımak ve dile getirmek. Bunu yaparken de direniş alanlarına gidip bir selam verip geri gelmek değil; işçi ve emekçilerin yaşadıklarını doğalında birlikte yaşamak… Bu gaz yemekse gaz yemek, uykusuz kalmaksa uykusuz kalmak… Ancak böyle mücadelenin gerçek bir parçası ve öznesi olabilir ve iddiasında olduğumuz değiştirme ve dönüştürmeyi sağlayabiliriz.

“Emek için sahada yan yana gelinemiyorsa, meclise taşımak da zor oluyor”

– Kadın emeği konusunda parlamentoda bulunan iki muhalif parti kadın milletvekilleri ile ortak tutum ve dayanışma sergileyebiliyor musunuz?

Kadınların haklarının ve hayatlarının günden güne daha da ileriden saldırılara maruz bırakıldığı bir dönemin içinde olduğumuz yadsınamaz. Bizzat, ülke tarihinde görülmemiş bir gerici ittifakın çoğunluğu elinde tuttuğu bir parlamento eliyle; Anayasa başta olmak üzere Medeni Kanun ve diğer kanunlardaki değişikliklerin göbeğinde bulundurulan kadın hakları tırpanlanmak isteniyor. Kadınların bugün hayatta kalmak gibi temel bir çabası var ve doğal olarak ön planda olan yaşamak oluyor. Bütün bu saldırılar karşısında parlamentoda temsilcisi bulunan muhalefet partileriyle ortak hareket etmek ve günlük politikada benzer taleplerde birleşmek çoğu zaman mümkün. Örneğin parlamentonun açıldığı gün EŞİK platformundan kadınların katıldığı ve CHP, DEM (O zamanki adıyla Yeşil Sol Parti) ve TİP vekilleriyle ortak bir açıklama düzenledik. Meclisin varoluşuna karşı da güçlü ve etkili bir eylemdi. Bu ve benzeri açıklamalarda kısmen kadın emeğinin de sözün bir parçası olduğunu söylemek mümkün.

Ancak doğrudan kadın emeği üzerinden böylesi bir yan yana gelişin örneği yaşanmadı henüz. Bunun sebeplerinden biri de örgütlülük düzeyi şüphesiz. Bugün kadınların temel hak ve özgürlükleri için Türkiye’de gelişkin bir kadın hareketi olduğu ve ülkenin her köşesinde çeşitli platformlarla ortak mücadele yürüttüğü aşikar. Bu örgütlülük ve ortaklık, bizim gibi sahayla çalışan ve oradan beslenen milletvekilleri için; sahadaki ortak sözü meclise yine ortak bir şekilde taşımayı kolaylaştırıyor. Ancak kadın emeği alanı için böylesi bir örgütlülükten söz etmek olanaksız. Az önce de belirttiğim gibi Türkiye’de işçi sınıfı örgütsüz, kadınlar daha örgütsüz. Dolayısıyla aynı düzeyde bir yan yana geliş nasıl sahada gelişemiyorsa, meclise de taşınması zor oluyor. Fakat buna karşın elbette meclisteki emekten yana diğer kadın milletvekilleriyle ortak çalışmalarımız oluyor ve ortak söze dönüşebiliyor. Örneğin Agrobay işçisi kadınlara ilişkin meclisten neredeyse bütün muhalefet partileri önemli çalışmalara imza attı.

Fakat atlanmaması gereken önemli bir şeye daha dikkat çekmek isterim: Kadınların hak ve hayatlarının kadın emeğinden bağımsız ve bağlamsız görülmesi ve değerlendirilmesi tehlikesi. Bugün işsizlik ve yoksulluğun artmasının kadına yönelik şiddeti arttırdığı tespitini yaparken bunun gerekçelerinin kendisini politika konusu yapabilmek önemli. Kadın emeğini, kadınların medeni ve siyasi haklarından ayrı değerlendirmek ve bu nedenle meselenin kökenini görmezden gelmek sorunun tespitini ve dolayısıyla çözümünü de yanlış yola sürükleyecektir. Bu nedenle; ortak tutum sergilemenin koşullarından birinin de ortak düşünceye sahip olmak olduğunun altını çizmek isterim.

Paylaş:

Benzer İçerikler

DEM Parti İstanbul Milletvekili Özgül Saki kadın işsizliği ve kadınların çalışma hayatında yaşadığı ayrımcılık ve emek sömürüsüne ilişkin meclis araştırması yapılmasını talep etti. Önergenin ayrıntılarını, kadın emeğinin niteliğini ve sorunları, çözüm önerilerini Özgül ile konuştuk.
Maltepe Zümrütevler Mahallesi muhtar adayı Gülbin Demirel yakından tanıdığımız bir isim. Carrefoursa’da çalışırken Tez Koop-İş Sendikası’nın işyeri temsilciliğini yapmış, sarı sendikayla anlaşamayınca sürgün üstüne sürgün yiyerek işten atılmıştı. Atıldığı gün çadır kurduğu Maltepe Carrefoursa önünde 60 gün direniş yürütmüştü. Şimdi aynı bölgede muhtarlığa talip.
Gebze’ye bağlı Yenikent muhtarı ve muhtar adayı Esengül Aktaş, kadın azalarla birlikte mahalleyi beş yıldır yönetiyor. Burası bir “Kadınlar Kenti” adeta. Pek çok kadına iş imkânı yaratılırken çocuk bakımını da ihmal etmiyorlar. Kadına yönelik şiddete karşı mücadele vermelerinin yanı sıra yaşlı kadınların belediyenin düzenlediği geziler aracılığıyla dışarı çıkmasını da sağlıyorlar.
Saliha Toktaş, 20 yaşında gencecik bir kadın; DEM’in Bursa Yıldırım Belediye eş başkan adayı. Yıldırım işçi ve Kürt mahallerinin yoğun bulunduğu bir ilçe. Saliha ile adaylığını, kadınlar için nasıl bir kent düşlediklerini, eviçi emek sömürüsünün hafifletilmesi konusunda çözüm önerilerini konuştuk.
İçeriklerimizi kaçırmamak için e-posta bültenimize ücretsiz abone olun!