“STK’lardaki emek sömürüsüne karşı mücadele etmeliyiz”

Kader’de çalışan kadınlar yaşadıkları mobbinge dikkat çekerek çalışma koşullarının düzeltilmesini istemişlerdi. Üye oldukları sendikayla iletişime geçilmesini de isteyen çalışanlardan Roza Kahya açıklamadan bir gün sonra işten atıldı. Roza ile bu süreci konuştuk.
Paylaş:
Bahar Gök
Bahar Gök
bihargok1982@gmail.com

Yaklaşık dört aydır çalıştığı Kader’de ilk günlerden itibaren ağır iş yüküyle karşılaşan Roza Kahya, kurum içerisinde çalışmaya devam ederken, kadın çalışanların yönetimle yaşadığı sorunları çözmeye çalışmış. Örgütlenme hakkını kullanarak Sosyal-İş Sendikası’na üye olup süreci örgütlü bir şekilde çözme talepleri de karşılık bulmamış. Dernek yönetimi, sendikal hakları tanımayarak iletişim yollarını tıkamış. Derneği ifşa etmesinin hemen ardından ve 8 Mart Dünya Kadınlar Günü’nün arifesinde işten çıkartılmış olan Roza ile yaşadığı süreci, ‘feminist’ kurumlardaki çalışma koşullarını konuştuk.

Feminizmle tanışmam annemle birlikte başlayan, yakınlarımla birlikte devam eden ve bulunduğum Kurtuluş geleneğinin aslında yıllardır feminist hareket ile bağı sebebiyle gelişti.  Bir dönem Kadın İşçi’yle de yolumuz kesişti biliyorsun. Halen kendimi Kadın İşçi gönüllüsü olarak da ifade ediyorum.  Kader politik olarak çok sıcak baktığım bir kurum değildi. Elbette bunun feminist hareketle kurduğu ilişkiyle bir bağlantısı var. Çok uzun zamandır hareketle ilişkilenen bir kadın örgütü değil. Kader’deki çalışma koşulları ve kurumun nasıl yönetildiğine dair birçok duyumum vardı ama yaşayıp görünce durum daha da iç karartıcı oldu. Zaten bu süreçte önümüze sürülen “bütün bu şartları biliyordunuz, şimdi niye böyle yapıyorsunuz” gibi söylemlerdi. Bir maden işçisi güvencesiz bir şekilde yerin bin kat altında, kötü koşularda çalışacağını bilerek o işi neden kabul ediyorsa bizde bu yüzden kabul ettik. Çünkü ortada başka seçeneğin yoksa geçim kaygıların varsa, yaşamak için çalışmak zorundaysan onay veriyorsun. Ama sonrasında da doğal olarak; bir işçinin, bir insanın bu şekilde çalışması olabilecek bir şey değil, diyorsun.

Fabrikadaki patron-işçi ilişkisiyle aynı

Bizim mesela karşımıza çıkan en önemli konu ‘biz 45 saatin üzerinde çalıştırmıyoruz’. Dokuz buçuk saat çalışıyormuş gibi gözüküyoruz. Ama bunun bir saati öğle arası yarım saati de kahve molası.  Benim öğle aramı, kahve molamı bile mesai saatime ekliyorsun. Aslında beni bir saat fazla orada tutuyorsun. Erken mi çıkmak istiyorsun o zaman yemek molanı kullanmayacaksın. Bunlarla karşılaşıyorsun. Bunu anlattığımızda ‘devletin yasalarına göre sözleşmelerimizi hazırladık’ deniliyor. İyi de bu devletin yasası dediğin şey işçi düşmanı bir yasa ve zaten bunu kabul etmiyoruz hiçbirimiz. Bu çalışma saatleri ve koşulları insani değildir diyor tüm emek örgütleri, STK’lar. Haftalık 30-35 saat çalışma olmalıdır diyoruz. Taleplerimiz evrensel talepler.

İlk tartışmamız uzun mesailere kalıp mesai ücreti de almamak üzerinden oldu. ‘Biz fazla mesai ücreti ödemiyoruz’ cevabı verildi. ‘Siz, kendi beceriksizliğiniz ve işi yetiştiremediğiniz için fazla mesaiye kalıyorsunuz’ dediler. Bu patron tutumudur.  

STK’larda proje bazlı çalıştığın için proje koordinatörünün, proje asistanının olması gerekir. O işin basın ve sosyal medyası için ayrı bir insanın olması gerekir. Bir de STK’nın iç işleyişini koordine etmek için idari koordinatör gerekir. Ben işe başladığımda proje koordinatörü istifa etmişti. Proje asistanı yoktu. İdari koordinatör ve ben projenin bütün işlerini yürütüyorduk. Hem kendi işimizi hem de projenin diğer işlerini yapıyorduk. Yani az insanla fazla iş. Maaşına bakıyorsun asla çalışmanın karşılığı değil. Yapılan zam devletin belirlediği yüzde 50 bile değil, yüzde 13,5’tu.

Fon kuruluşunun bütçesi olmadığını söylediler. Birçok STK’nın zam dönemleri söyledikleri gibi… Oysa çalışanlar olarak bütçenin olduğunu ama işçilere değil geri kalan çalışmalara aktarıldığını hatta paranın proje bitimlerinde iade bile edildiğini biliyoruz. Feminist bir yapıda olması gerektiği gibi şeffaf, eşit bir ilişkilenme yok aramızda. Sürekli olarak kendilerinin gönüllü olduğunu söylüyorlar. Nuray Karaoğlu Yönetim Kurulu Başkanı, Yasemin Öz Yönetim Kurulu üyesi, diğer yönetim kuruluyla zaten asla bir iletişimimiz yok. Biz ücretli çalışanız orada ama birçok STK’da yönetim kuruluyla çalışanlar bir bütün olarak toplantılara katılmasa bile oradaki projenin ilerleyişi ve işle ilgili kısımlarda ortak toplantılar alıyor. Çünkü işi yapanla görüşüp bu süreci ilerletmesi gerektiğini biliyorlar. Öbür türlüsü tam patron-işçi ilişkisi. İşveren işyerine gidiyor, amirlerle görüşüyor, geliyor, diğerine iş veriyor ve bitiyor süreç. Fabrikalarda böyle değil mi? Oysa YK ile bizim de dahil olduğumuz toplantıların yapılması gerekir. Bunların hiçbirisi yoktu… Birkaç kere sendika üyesi arkadaşımla birlikte ayrı ayrı da olsa görüşmek istediğimizi, bu sürecin böyle ilerlemeyeceğini belirttik. Bu yapılanın mobbing olduğunu da söyledik. Aldığımız cevap ise ‘mobbing çok ağır bir hitam, sen şu an iş yapmak yerine benimle tartışıyorsun, işi pas geçiyorsun, benimle tartışma döndürüyorsun’… Cevap diyalogu kapatıyor.

Sendikalı olduğunda işten atılırım korkusu STK’larda da hâkim

Yani günün sonunda böyle ilerlemeyeceğini anladığımızda dedik ki yapacak bir şey yok. Sürekli bir tehdit altındasın, ‘çıtınızı çıkartırsanız kapı orada’ hali. Part-time çalışan bir kadın arkadaşımız, fazla mesai saatini belirttiği için işten çıkartıldı. Geride kalanlar için tehdit unsuru olarak…  Olabildiğince kurumu da gözeten bir yerden hareket etmeye çalıştık. Kader’in kurucusu olan feminist yol arkadaşlarımız sebebiyle. Ama karşımızda maalesef aynı hassasiyetle yaklaşan bir yönetim değil patronlar vardı. Bu yüzden örgütlü mücadele ile bu süreci aşabileceğimizi bilerek sendika üyesi olduk. Kötü olan şu; insanlar sendikalı olduğumda işten atılırım korkusuyla sendikalara üye olmaktan çekiniyor. İş yerlerinde çok büyük problemler yaşadıkları zaman ancak sendikalı oluyorlar. Yoksa Kader’de yaşadıklarımız bize mahsus değildi daha önce çalışan birçok kadın arkadaşımız bizim süreci kamuoyuna taşımamızla birlikte sosyal medyada, eylemimize gelerek neler yaşadıklarını bizlerle paylaştılar. Bu da aslında STK’lar da dahil birçok işyerinin sendikalara, bir hak arama alanına ne kadar kapalı olduğunu gösteriyor.

Diyalog alanlarımızın tamamıyla kapalı ve taleplerimizin hiçbirinin onaylanmadığını bize toplantıda söyledikten sonra süreci sendikanın yürütmesini istedik. Bu süreç hemen olmadı tabii ki ara yollar ve yöntemler denedik. Örneğin YK üyesi Yasemin’le feminist hareketten doğru ilişkimin de olması sebebiyle öncesinde konuşmak istedim. Buradaki sorunları konuşmamız ve aşmamız lazım çünkü bu şartlar altında çalışmak çok zor geliyor dediğimde ilk önce olumlu dönüş yaptı ama sonrasında maalesef karşımıza işveren ile yaptığımız toplantıda çıktı. Toplantıya gelene kadar performans uygulaması başlatılmaya çalışıldı. Yaptığımız işlerin saatlerini yazmamız istenildi. Yani fabrikada çalışan işçinin kaç saatte ne kadar ürün çıkarttığını bilmek mümkün ama kafa emeğinde böyle bir şey olamaz. Kaç tane metin çıkarttığımıza dair bir ölçüm koyamazsın. Kâr amacı gütmeyen bir kuruluş, ne kadar kâr ettirdiğimizi ölçme gibi bir kaygısı yoksa ne diye performans talebinde bulunabilir? Hem de kadın çalışanlara… Ağır mobbing var ve kahve molalarımızın dahi imzalanmasını istiyorlar. Sendika aradığında olumlu dönüş yapıyorlar ardından ‘biz size döneceğiz’ diyorlar, uzun bir süre dönmüyorlar. Tam da o sıra bizi personel toplantısına çağırdılar. Tahmin ettiğimiz gibi oldu. ‘Sendikaya ne gerek vardı, biz bunları kendi aramızda çözeriz’ hikayesi yaptılar. Bize taleplerimiz soruldu. Bütün taleplerimizi saydık. O sırada devlet de asgari ücret zammını açıkladı. Yüzde 50 zam yapıldı ve biz de aynı oranı istediğimizi söyledik. 8 Mart’ın ücretli izin günü olmasını istedik. Regl izinlerimizin, pazartesi ve cuma günü kullanılmasının önündeki kararın kaldırılmasını istedik. Öğle molalarında, mesai saati dışında telefonla aranılmamak istedik. Kaç tane sigara içtiğimizin ve kaç dakikada içtiğimizin kameralarla izlenerek hesaplanmamasını istedik. Regli izni ve 8 Mart izin talebimizi YK ile görüşüp döneceklerini geri kalan taleplerimizi gerçekleştirmelerinin mümkün olmadığını söylediler.

Bir metin hazırladık kendilerine gönderdik. ‘Taleplerimiz hâlâ güncelliğini korumakta ve yeni getirdiğiniz bu uygulamaların hiç birisini kabul etmiyoruz ve yapmayacağız’ dedik. Bizim aldığımız cevap ‘Taleplerinizi karşılamakla ilgili o zaman da söylediğimiz gibi bunları yapamayız, performans uygulaması kanunen uygundur’. Yani ‘günde kaç tane sigara içiyorsun’ sorusu sorulabilir. ‘Kahve molasında ikinci kahveyi içemezsin’ denilebilir. Fazla mesai ücreti ödenmediği gibi denkleştirme de 45 saati aştığı müddetçe yapılabilir. Taleplerimizin hepsinin kişisel olduğu söylenildi. ‘Hem yaptığınız işten para alıyorsunuz hem de bir sürü olay çıkartıyorsunuz’ demeye getirdiler. Yani kapitalist bir düzende karşı taraf emeğini satarak bir ücret alıyorsa ve öbür tarafın da iki dudağının arasında onu işten çıkartıp çıkartamayacağı, maaşını belirleyip belirlemeyeceği yetkisi varsa orada bir işveren ilişkisi vardır. Biz gönüllü olarak çalışmıyoruz orada ve taleplerimizin hiç birisi kişisel talepler değil, çalışma koşullarımızın iyileştirilmesine ve daha verimli çalışmamız için gereken düzenlemelerin yapılmasıydı. Siz işverensiniz ben işçiyim dediğimde, ‘biz arkadaşız’ denildi.

‘Taleplerimize şımarıklık olarak bakıldı’

‘Bu sendika yetkili bir sendika değil, sendikayla görüşmek zorunda mıyım’ dedi Nuray Karaoğlu. Sendikaya dair yaklaşımını ve bir buçuk aya yakın görüşme talebini neden kabul etmediğini de anlamış olduk. 31 Mart yerel seçimler sonrasına da bırakmaya çalışıyordu bir yandan. Bu ne demek? Çalışanlar olarak bizlerin bu paraya ihtiyacımız var söylenilen her şeyi kabul etmek zorundayız. Artık bunu gördüğümüz için Kader’in önünde eylem yaptık kadın hareketinin ve feminist hareketin de katılımıyla birlikte. Eylemden bir gün sonra işten çıkartıldım. Zaten yüzüme söylemişlerdi açık açık. ‘Sen bizi her yerde ifşa ettin, biz bunu görmedik mi zannediyorsun? Gördük, bizim artık seninle çalışma koşullarımız kalmadı.’ denildi. Feminist bir kadın örgütünde bunlar nasıl yapılabilir? Maalesef STK’ların kuruluş amaçlarının en temelinde yatan şey zaten insani hakların bir şekilde yerine getirilmesi için yapılan çalışmalar. Bu yüzden hepsi insan hakları savunucusu olarak geçer ve bazıları kendisine feminist dediğinde bu ekstra bir sorumluluk yükler. Böyle ifade ettiğinde orada feminist ilişkilenmeler ve ilkeler olması gerekir.  Mesela bütün çalışanların maaşlarının eşit olması, bütün yönetim süreçlerinde ortak bir akılla işleri yürütmek gibi bir sürü ilke doğar. Ve mobbing asla akıllara bile gelemez. Kader bunun tam aksi bir yönde ilerledi.

Neoliberal sermayenin en büyük aracı olarak gördüğü ülkelerden bir tanesi Türkiye. Sadece projelerle ve fonlarla girmiyor bu ülkeye. Madeninden tutun da enerji sahasına, fabrikasına kadar sermaye gücü üzerinden Türkiye ile belli anlaşmalar yapıyorlar ve ilerliyorlar işçileri daha fazla sömürebilmek için. Aslında işte tam da bu fonlar STK’ları ve dernekleri fonlama hikayesi de başka bir teşvik. Çünkü Türkiye yıllardır ezilenlerin, ötekileştirilenlerin, Kürtlerin, LGBTİ+’ların, kadınların sömürüldüğü, öldürüldüğü, nefret cinayetlerinin meşrulaştırıldığı ve bunların çoğunun devlet eliyle zaten erkek şiddetiyle birlikte meşru zeminlerinin ve yasalarının yaratıldığı bir ülke. Hal böyle olunca doğal olarak ne yapıyor? AB, BM muhteşem bir maden var diyor Türkiye gibi ülkelere. Buralara girelim, var olan dernekleri fonlayalım, olmayanı da teşvik edelim dernek açtıralım ve bu fonlar üzerinden bu ülkede çalışmalar yapalım. Bir sömürü düzeni kuruyor ve bu sömürü düzeninde de kendi parlamentosuna döndüğünde ‘biz bu ülkelerin demokratik koşullarda yaşayabilmesi için, kadınların öldürülmemesi için çalışmalar yapıyoruz’ diye kendine bir reklam yüzü buluyor. Bu bahsettiğimiz şeyler de az buz paralar değil. Projeler kısa olsa bile dünya paralar geliyor buraya. STK’larda bu ilişkiler şeffaf olsa çalışanlarına zaten ne kadar fon aldığını söyler. Bu fonun hangi kaleme, ne şekilde ayarlanacağı konusunda oturur onlarla birlikte çalışmasını yapar, çalışanına da ne kadar vereceğini söyler. Ama ne yapıyorlar mesela? Çalışanına kesinlikle aldığı fonu söylemiyor. Minimum maaş ödüyor. Bu tam işçi düşmanlığı. Daha da kötüsü elinde kalan parayı başka bir yere harcamıyor, iade ediyor. İade edeceğine çalışanlarına geçinebilecek maaşlar belirleseler, çalışma şartlarını iyileştirseler bir şey kaybetmeyecekler. Fabrikada kâr amacı güden bir patron gibi yaklaşıyorlar. Şimdi burası kendine feminist bir örgüt derken nasıl bir fabrika patronuyla aynı şeyleri yapabiliyor, süreci aynı şekilde yürütebiliyor? Şeffaf iletişim kurmamak, diyalog alanlarını kesmek, sendikayı tanımamak-kabul etmemek vs. bambaşka bir boyut olduğunu gösteriyor. Şunu özellikle STK çalışanlarının kabul etmesi mühim; karşımızdakiler gönüllü çalışan veya arkadaşlarımız değil, işveren. Arkadaşım ya da gönüllü olsalardı beni işten hangi yetki ile çıkartıyor olacaklardı? Gönüllü çalışanlar çalışanları işten çıkartamaz, ya da maaşlarına karar veremez. Hadi mesela herhangi bir kadın gelip gönüllü olarak bütün gününü harcayarak Kader’de vakit yöneticilerle aynı yükümlülüklerde ve sorumluluk alanlarında yer alabilecek mi? Alamayacak. O zaman ortada hiyerarşik bir yapı var. Gerçi umurlarında bile değil çünkü kendilerine göre her şey yasalara uygun, biz problem çıkardık. Üstelik ‘biz gönüllü çalışıyoruz, o kadar emek verip uykusuz kalıyoruz, bunların günü saati de belli olmasına rağmen bir sürü talepte bulunuyorlar’ diyebiliyorlar. Biz bunu tartışmaya açtığımızda, ifşa ettiğimizde feminizm tartışması açılıyor.

Feminizm sınıfsal ayrımları ortadan kaldırmaz

Bu noktada şunu özel olarak söylemek gerekiyor. Erkek şiddeti karşısında burjuva kadınlarla, yoksul kadınlar ya da yaşı, eğitimi, dünya görüşü vb. bakılarak bir ayrım yapılmaz. Erkek şiddeti her kadının maruz kaldığı bir şiddettir. İşçi kadın da zengin kadın da yaşar ama bu sistemde aynı şekilde yaşadığı erkek şiddetine dair kendi koruma olanakları olmaz. Avukat tutmak, karakola başvurmak, anadilinde yaşadığın şiddeti anlatmak vb. Ama sömürü ilişkilerinde büyük bir ayrım var. Beni ekonomik olarak sömüren bir patron var karşımda ve neden onunla dayanışayım? Burjuva kadının emeğiyle işçi kadının emeği eşittir demiyor feminizm. Nereden gelirse gelsin erkek şiddeti karşısında her kadının yanında durduğumuzu ve kadın dayanışmasını ördüğümüzü söylüyoruz. Tabii ki patron kadının yaşadığı erkek şiddeti karşısındaki dayanışmamız da bu eksende. Ancak patron kadının yapmış olduğu emek sömürüsünün de karşısındadır feminizm. Patron kadının kendine feministim demesi bizim sınıfsal ayrımlarımızı ortadan kaldırmaz. Keza bugün bizim yaşadığımız sorunda da bütün feminist hareket yanımızdaydı zaten ve bu bizi çok güçlü hissettiriyor. Bugün ben işten çıkartıldım, yaşamımda zorluklar yaşayacağım ama günün sonunda bizim aldığımız gücün kendisi zaten feminizmin dönüştürücü, patronun da karşısında duran, kadınlarla da dayanışan bir devrimci dönüşümün olması. Feminizmin kendisi başlı başına devrimci bir ideolojiyi barındırıyor ve pratik hayatımız bunu gösteriyor bize.

Türkiye’de çok güçlü bir feminist hareket var. Binlerce kadına sesini ulaştırabilen, sadece 8 Mart Feminist Gece Yürüyüşü’nde binlerce kadını sokağa çıkartan değil, ölmemek için hayatını savunan kadınlara sesini ulaştırabilen, öleceğini bile bile boşanma cesaretini gösteren ve evde sürekli kocayla, işyerindeki patronla mücadele edecek sözü ulaştırdı feminist hareket. Yani bu yüzden de kendine feminist bir dernek diyorsan gerçekten büyük bir sorumluluk altına giriyorsun. Çünkü o feminist hareket seni görür, gözler. ‘Hayat böyle akmıyor’ der. Sen kadın çalışanlarına böyle davranamazsın der. Burada şu da çok önemli. Evet biz Kader’de bugün mücadele ediyoruz ama keşke yıllar öncesinde bu mücadeleler verilip bitirilmiş olsaydı. Kader, Şirin Tekeliler’in ve yıllar içerisinde pek çok feministin çalışma yürüttüğü, kadınların siyasi arenada eşit temsili sağlansın, mücadelede yerleri olsun, sesleri duyulsun diye kurdukları bir dernekti ve fonlarla çalışmıyordu. Kadınların kendi varıyla yoğuyla var ettikleri bir dernekken şirket gibi işletilen bir yere dönüştü maalesef. Bu da STK’ların feminist hareketle bağının kopukluğunu gösteriyor bize. Feminist hareketin uzağında kalan STK’larda çalışanların yaşadıklarının görülebilmesi için bu alanda örgütlü ve toplu bir şekilde mücadele edilmesinin önemli olduğunu düşünüyorum. Bizim sürecimizi her adımımızda bizimle hareket ederek yürütmeye çalışan Sosyal-İş’in bize verdiği güvenle de STK’lardaki tüm çalışanların sendikalı olması gerektiğini biliyorum.

* Yazı içerisinde yer alan fotoğraf, Bianet’ten alınmıştır.

Paylaş:

Benzer İçerikler

70 gündür fabrika önünde direnen Polonez işçileri kadın örgütlerini ve feministleri dayanışmaya çağırıyor. Bu çağrıyı ilettiğimiz ve iletimize cevap veren kadın örgütleri “boykot ve dayanışma eylemleri yapalım” fikrinde ortaklaşıyor. O halde gelin Polonez’de kadın işçilerin taleplerini yaygınlaştırıp, seslerine ses katalım…
Türk-İş dün 81 ilde “Zordayız, geçinemiyoruz” diyerek eylem çağrısı yaptı. Ancak işçiden habersiz, fabrika ve işyerlerinden uzak bir eylemden beklenileceği üzere zayıf görüntüler ortaya çıktı. İstanbul’daki eylem bunun en sarih örneği oldu.
CarrefourSA Esenyurt depo direnişinin ikinci gününde kadın işçiler Gülşah, Emel, Perizade ve Esra ile konuştuk. Esra “Bugün onlara olanın bize de olacağını biliyoruz,” Gülşah “İçeride can güvenliğimiz yok” Emel “Bir beyaz yakalı bir kadın çalışanı taciz edebilir mi?” Perizade ise “Biz illallah ettik buradan, sesimizi duymaları gerekiyor” diyor.
Bizlerin bütçesine daha ‘uygun’ market raflarında sıkça gördüğümüz, işlenmiş et ürünleri markası olan Polonez, bir süredir işçi ve sendika düşmanlığıyla anılıyor. Fazla mesai dayatmasıyla ev yüzü görmeden çalışan kadın işçilerin sendikalaşma mücadelesini tanımayan Polonez’de kadınlar, düşük ücretlerle ağır işlerde hakarete maruz kalarak çalışıyor.
İçeriklerimizi kaçırmamak için e-posta bültenimize ücretsiz abone olun!