Tırnaksız bir cadının acı hikayesi

Cadıların en vazgeçilmez organlarından biri de tırnaklarıdır, şüphesiz, tırnaklarından kan damlamayan bir cadı kimin işine yarar.  Bir hayli zamandır, kendimi tırnakları sökülerek bir kenara itilmiş yalnız, güçsüz ve yaşlı hissediyorum. Arkadaşlarım, “bu halimiz de yeter kazanları kaynatmaya” diyorlar. Bir yandan hak vermiyor da değilim…
Paylaş:

Cadıların en vazgeçilmez organlarından biri de tırnaklarıdır, şüphesiz, tırnaklarından kan damlamayan bir cadı kimin işine yarar.  Bir hayli zamandır, kendimi tırnakları sökülerek bir kenara itilmiş yalnız, güçsüz ve yaşlı hissediyorum. Arkadaşlarım, “bu halimiz de yeter kazanları kaynatmaya” diyorlar. Bir yandan hak vermiyor da değilim…  

Kadınsanız hayatınızı emeğinizle kazanmak zorundaysanız, çalışmadığınızda aç kalacaksanız, kötü şartlara mahkum olacaksanız, işyerinde sözlü tacizden, tecavüze sataşmalardan şiddetten hakarete, yıldırmaya pek çok erkek baskısıyla karşılaşmanız gündelik rutinlerden oluyor adeta. Çalışıyor musun adamlarla savaşıyor musun, bir süre sonra karışıyor birbirine… Aynı işi yapsanız bile erkeklerle aynı ücreti alamıyorsunuz çoğu zaman.  Benim hayatım da böyle geçti geçiyor. Şiddete, tacize, sataşmaya itiraz ettiğimde, ya da itirazımda ısrar ettiğimde iş arkadaşlarım olan erkekler adımı edepsize çıkarırken, yönetimdeki erkeklerin tavrı ise çoğu zaman “olur böyle şeyler birbirinize karşı toleranslı olun” şeklinde nasihatlardan “çok rahatsızsanda işte kapı”ya kadar uzanan bir seyir izledi.

Hele hele kocaları sevgilileri, müdürleri tarafından korunan cici, zarif, itaatkar kadınların çokça bulunduğu bir ortamda çalışıyorsanız,-Bakın hemcinslerimi kınamıyorum. Yalnızca ayrıcalıkların işyeri koşullarında nasıl da erkeklerin iktidarını pekiştirdiğinin farkındayım artık, dayanışma deliliğim bitti-  kıyaslama yoluyla “işyeri cadısı” konumuna sürülüp, doğum günleri partilerine, öğle araları geyiklerine, görev paylaşımlarının yapıldığı toplantılara, alınmamanız işten bile değildir.  Erkek muhabbetlerine bayılmıyorum ama işyerlerindeki bu tür bir araya gelişlerden kimin ne kadar ücret aldığını, kimin yükseldiğini, kimin fırça yediğini, hangi metni müdürün sen bunu iyi kotarırsın diye kime verdiğini, göze girme mekanizmalarını filan öğreniyorsunuz. Yöneticiler arasındaki işbirliklerini ve çatışmaları ne kadar bilirseniz, onlara ne kadar yakın olursanız, o kadar kolay yükselirsiniz. Burası Türkiye olduğu için liyakat, bilgi, birikim hak götüre durumdadır.

Kim demiş solcular aileye düşman diye

Son çalıştığım iş yerinde yabancı dil tazminatı diye bir şey olduğunu bu konuşmalardan birinde öğrendim mesela ben iyi kötü bir yabancı dili olan biriyim. Ortaokulda paralı özel okullardan birinde okumuştum. Lise yıllarında babamın emekli olması nedeniyle okul taksitlerini ödeyemediğim için normal liseye geçtim. Temelim sağlamdı. Lise bittikten sonra da iki yıl kursa gittim. Okumaya meraklı olduğum için yabancı dilde devamlı okudum. Haber izledim, çeviri yaptım. Bayağı iyi durumdayım yani. Konuşma pratiğim biraz azdır. O da bizim iş yerinde pek de lazım değil zaten. Benimle aynı zamanda işe giren ve aynı konumda olan erkeklerde aramda ciddi bir ücret farkı olduğunu bu geyik toplantılarından birinde öğrendim. Öğrenene kadar elbette beş yıl geçmişti ama-hayatım gecikmelerle dolu- Çoğu legal sol partilere üye olan çalışma arkadaşlarımın bana bunu neden anlatmadıklarını hala anlamış değilim.  Birine bunu sorduğumda “aman napacaksın üç kuruş para, zaten kocan da çalışıyor” demişti, hiç unutmam. Ama kocam başka ben başka diyecek oldum. Lafım ağzımda kaldı. Bi de solcuları aileyi parçalayıp dağıtmakta itham ederler. Bizim işyerinde her grup nezdinde aile çok kutsal bir şeydi. Aile kurmak da öyle. Önce kız isteniyor, sonra nişan yapılıyor, sonra düğün oluyor, sonra da yakın arkadaşlar genellikle içkili yemeğe çağrılıyordu. Evlenme törenleri gelenekselle modernin bir bileşimiydi adeta. Bembeyaz gelinliğin altında beyaz spor ayakkabı giyen gelin, damadın ayağına basınca inanılmaz biçimde mutlu olup, basıyorduk kahkahayı. Üç yıl sonra birinci çocuk ardından da hemen ikinci çocuk geldiğinde,  gerçekte kim kimin ayağına bastığı anlaşılıyordu. Yüzü her zaman asık evde çocuk bakan kadınlar ve onların işyerinde kendilerinden daha genç kadınlarla hafif hafif flörtleşen kocaları…

Düğünlere altınla gitmenin ne kadar önemli bir görev olduğunun bilincine burada vardım.  İlk düğünde aldığım altını gelinin (kadınlar birden gelin olurlar ya bu törenlerde- göğsüne takmaya utandığım için elindeki şık torbaya atıp kaçıvermiştim. Sonra alıştım herkes gibi, çeyreği -bana verilen ücretle ancak bu kadarını alabiliyordum- iki ay öncesinden yedeklemeye başladım. Ama iş elbette düğünle bitmiyordu. Evlenen çocuk doğuruyor, o çocuk erkekse sünnet oluyor. Devamlı bir altın alışverişidir gidiyordu. Benim gibi bu süreçleri geride bırakanlar ve müzmin bekarlar açısından bir eşitsizlik doğurmuyor değildi bu durum, biz devamlı altın takıyor, hiç altın alamıyorduk.

Her şey çocuklar içindi ama

Cadı olmaktan gocunduğum söylenemezdi. Fakat ben kendimi hiç te öyle hissetmiyordum, mevcut duruma ayak uydurmuştum. Adamlara müdürüm diyor, gerektiğinde yağlıyor, demokratik kitle örgütü olan çalıştığım yerde haksızlıkları özel facebook’umda bile paylaşmıyor. Onlar hakkında olumsuz tek laf etmiyor, memleketteki demokrasinin gelişimi için canını dişine takan bu adamlara ve örgüte sahip çıkıyordum. Biz sahip çıktıkça yönetici adamlar azıyordu. Bir süre sonra kimlik bunalımına sürüklendim. Yüzüm hiç gülmüyordu. Gençken epey sık bir biçimde  “işte kapı” önerisini değerlendiğim olmuştur. Olmuşta ne olmuştur, çalıştığımız süreler neredeyse iş aradığımız sürelerin gerisinde kalmıştır. Eteğinizde anne, şu bluz, o elbise,  bu pantolon, anne cep telefonu, anne bilgisayar diye yapışanların sayısı çoğaldıkça, siz de bulunduğunuz masaya koltuğa yapışıyor, yok yaa ben öyle anlamışımdır, yok ya adam arkadaşça dokundu, ya herif densiz ama şaka yaptı, yaa  yaşlı başlı adam babacan hislerle dokundu, filan demeye başlıyorsunuz. Çocuklar ne kadar da elini kolunu bağlıyor insanın. Her şey onlara daha iyi bir gelecek, kazandırmak için değil mi? Biz mahrum, mahsun yetiştik,  böyle özgüvensiz insanlar olduk, onlar bari bizim gibi olmasınlar. Olmadılar da. Ama ben de ben olmaktan çıktım zamanla.

Zaman ilerledikçe erkekler ve erkeklik de ilerledi. İşyerlerinde cadılık kriterleri de değişti. Ses çıkarmak bir yana cinsiyetçi bir şakaya gülmediğinizde bile oyun dışı bırakıldığınız oluyordu. Biriktirmeye başladım, birikenler dört- beş sene periyotlarda patlıyordu.  Şu an yeni bir patlamayı arkamda bırakmış vaziyetteyim. İş kanunu 25/11’den işten atıldım.  Arabuluculuk filan numaralarıyla bir miktar tazminat alabildim.  İşsizim, daha doğrusu EYT’liyim. Hani işsiz dediğim lafın gelişi, pandemi koşullarında ev içinde o işten bu işe koşturup duruyorum, bu arada hijyen delisi oldum. Kadınlar çalışmadığında bile metre karelerce temizlik yapıp, tonlarca çamaşır yıkayıp, kilolarca köfte yoğururlar ama bunun adı işsizlik olur, bütün gün evde boş boş oturuyor, olur bilirsiniz. İşte böyle… Öyleyse senin kabahatin yok, der annem.  Ona inanıyorum.

Görsel: Witch flying vector, Vector Art -twilightmoon

Paylaş:

Benzer İçerikler

Gösterilecek içerik bulunamadı!
İçeriklerimizi kaçırmamak için e-posta bültenimize ücretsiz abone olun!