Necla Akgökçe nakgokce@gmail.com
“Kadınların emek örgütlenmelerinin sınırlılığı, var olan emek örgütlerindeki eril iktidar yapıları gelecekte de kadın emeğinin tüm boyutlarını ve tezahürlerini yansıtmanın önüne geçecektir. Lütfen günlük- anı defteri tutun, çalışma hayatına dair ne yaşıyorsanız bunların kaydı olsun ve tuttuğunuz kayıtları da saklayın, varsa kızlarınıza ve kadın yakınlarınıza verin.”
İstanbul Belediyesi Kültür A.Ş tarafından hazırlanan Osmanlı İstanbulu’nda Kadın isimli derlemede, kadın emeği bölümünü yazan Tuba Demirci Hocamızla yaptığımız söyleşinin birinci bölümünü geçen hafta yayımlamıştık. Söyleşinin ikinci bölümünde bu alanda çalışmak isteyen kadın arkadaşlarımızın hangi kaynaklardan yararlanabileceği, yaşantılarımızın kaydını tutmanın ne kadar elzem olduğunu bizim deneyimlerimizin de bir gün tarih olacağını anlatıyor hocamız.
Reji fabrikasında bir cinsel taciz olayından bahsetmişsiniz, bunu biraz anlatabilir misiniz, araştırdığınız fabrikalarda kadına yönelik şiddet ve tacize ilişkin başka şikâyetler gözünüze çarptı mı?
Aslında söz konusu şikâyet, makalede de belirttiğim gibi Mayıs-Haziran 1903 tarihli bir arşiv belgesini bulan Tiğinçe Oktar’ın belirlediği bir vaka; ben belgeyi henüz doğrudan okumadım salgın ve arşiv erişiminin kısıtlılığı nedeniyle. Buradaki taciz olayı Reji Fabrikasının içinde meydana gelmiyor, reji işçisi kadınların işe gelip gitmeleri sırasında topluca hareket ettiklerinden, Balat civarında sokaktaki erkeklerin yaptığı bir saldırı, kadınlara laf atılması veya sarkıntılık o devirde “sataşılma” kelimesiyle geçiştirilmiş gibi görünüyor. Ağırlıklı olarak Haliç bölgesinde Unkapanı, Fener, Balat ve Hasköy mahallelerinde oturan Musevi ve Hristiyan kadınlar Cibali Reji fabrikasının işçileriydi, ancak 1903’teki olayın mağdurlarından birinin Fatma ismini taşımasından Reji fabrikasında 1. Dünya Savaşı öncesinde Müslüman kadınların da çalışmaya başladığını öğreniyoruz. İstanbul kadınların öteden beri evden yahut ev dışında ücretli olarak çalıştığı bir kent olsa da, kadınlar için çok güvenli veya kadınların şehirde serbestçe dolaşmasının kolay olduğu bir yer değil. “Makbul” kadının evinde olması gerektiğine inanılıyor, geçerli gerekçesi- örneğin hamama gitmek, basit alışveriş ve komşu ziyaretleri dışında Müslüman-Hristiyan-Musevi fark etmeksizin kadınların kent mekânında sürekli bulunmasına hoş bakılmıyor. Ben bu vakadan Müslüman işçi bir kadının varlığı nedeniyle haberdar olduğumuzu düşünüyorum; şikâyetçilerden birinin Müslüman bir kadın olması vakanın kaydına neden olmuş olabilir. Fabrika içi cinsel taciz konusunda henüz bir şeye rast gelmedim; ancak bu hiçbir cinsel taciz veya sorunun olmadığı anlamına gelmez. Bu konuda yapılacak başka araştırmaların bilgimizi artıracağı düşüncesindeyim. Ancak şunu biliyoruz fabrikada çeşitli yaş gruplarından genç kadınların çalışması, kadın işçilerin fiziksel olarak ayrı bölümlerde işlerini yapıyor olması, kadın ustabaşılar ve kıdemli kadınların varlığı bu tür cinsel taciz veya fabrikada meydana gelebilecek ve fabrikanın ve kadın çalışanlarının meşruluğunu sorgulatacak şeylerin yaşanmaması için düşünülmüştür. Kadın ve erkekler başlarına buyruk bir biçimde kendilerine ayrılmış mekânların dışına çıkamıyorlardı bu fabrikalarda.
Vasıfsız iş yaftalaması
Ermiş konserve fabrikasından hareketle konserve fabrikalarında mevsimlik kadın işçiliğinin yaygın olduğunu yazmışsınız, bugün hâlâ konserve ve salça fabrikalarında kadınlar güvencesiz ve mevsimlik işçi olarak çalışıyorlar, bu konuda söylemek istediğiniz bir şey var mı?
Kadınların gıda imalatında çalışmaları hem ev içi cinsiyete dayalı iş bölümünün bir uzantısı, hem de kadınlara has sabır, titizlik ve dikkat gerektiren mutfak, sebze-meyve ayıklama işlerinin bir fabrikada yapıldığında da bunun kadınlarca daha iyi yapılacağına ilişkin yaygın kanaat. Elbette vasıf mevzusu da önemli burada; ayıklama temizleme, yıkama -yerleştirme-istifleme -paketleme işlerinin kadınlara uygun, “vasıf gerektirmeyen” işler olduğu; imalat sıklıkla mevsimlik olduğundan ve kadınların ücretli emek olarak ailenin “asli çalışanı” olmadığı, öyle ya da böyle her ailede geçimi daimen sağlayacak bir erkek olacağı yaklaşımından kaynaklanıyor. Evet konserve ve salça üretimi mevsimlik, bu biraz üretimin tüm yıl boyunca süremeyecek biçimde planlanmasından, üretilecek ürün çeşitliliği konusunda esneklik olmamasından, kalıcı ve güvenceli işler için erkeklerin tercih edilmesinden, iş ve vazifeyi cinsiyete tabi kılmakla da ilgili. Yani bazı işlere salt erkek işçi aranıyor, bir iş ne kadar güvencesizse o denli kadın işi de oluyor. Konserve-salça vb. ürünlerin üretildiği fabrikalardaki işin vasıfsız bir iş olarak yaftalandığını, kadın ve erkekler söz konusu olduğunda vasıf meselesinin de cinsiyet kazandığını, mevsimlik gıda üretimi için gereken dikkat, titizlik ve becerinin değersiz olmamasına rağmen değersizleştirildiğini düşünüyorum. Ağırlıklı olarak erkekler çalışsaydı bu sektörde, ne güvencesizlik ne de değersizlik bu denli yaygın olacaktı. Bu tür ürünlerin imalatında çalışan kadınlar çok kritik bir iş yapıyorlar; pek çok kadının “sözde vasıfsız” emeği sayesinde evden işe işten eve koştuğumuz bir yaşamda, düşünmeksizin bir kapağı ya da dondurulmuş bir paketi açıp yemek tenceresine boca edebilmemizi mümkün kılıyor. Konserve ve salça fabrikalarında ve gıda üretiminde kadın çalışanların güvencesiz ve mevsimlik çalışması hem neoliberal düzenin taşeronlaştıran, taşeronlaştırdıkça güvencesizleştiren boyutu da önemli: ilk gözden çıkarılanlar kadınlar, kısmi, mevsimlik çalıştırılmak kadınlara uygun bulunuyor ve kadınların da seçeneksizlikten kabul ettikleri bir durum. İşverenin üretimi ucuza getirmek, zaten kadınların var olan becerilerini kullanıp, onlara vasıf ve kendilerini geliştirme fırsatını sunma zorunluluğunu kolaylıkla göz ardı etmesini sağlıyor. Bu türden imalat birimleri de güvenli veya işlerin çok basit olduğu yerler değil, kutuları -yerleştirmek- taşımak hiç de kolay- hafif işler değil. Buharlı pişiriciler, kimyevi maddeler de çalışılması kolay ortamlar yaratmıyor. Bir konserve kutusu veya dondurulmuş patates poşeti açtığımda şunu düşünürüm; bu öğün eve sabırla, hızlı hızlı hareket eden, birbirine benzer parçaları hızla gruplayan, titiz fakat sömürülen kadınların ellerine değerek geldi. Çok önemli ama önemi yadsınmış, bu nedenle de örgütlenme ve sosyal hakları için mücadele etmeleri mevsimlik işçiliğe mahkum edildikleri için engellenmiş bir işçi grubu benim için bu emekçiler, ki hayatımız bu koca koca kentlerde ve işten eve koşturduğumuz gündelik hayatta onlarsız çok zor olurdu.
İstanbul’da kadınların yoğun olarak çalıştığı devlet fabrikalarında kadın işçiye yönelik işçi sağlığı ve iş güvenliği tedbirleri gözünüze çarptı mı?
Elbette alınması gereken minimum tedbirler- havalandırma, temizlik, yemek arası, dini günlerde tatil ve tatil ödemesi gibi mevzular göze çarpıyor, ancak iş güvenliği ve sağlığına ilişkin sistematik çabalar daha çok Cumhuriyet’ten sonra söz konusu olacak. Ancak çalışma saatleri uzun ve hafta sonu tatili diye bir şey yok. Şunu söyleyebilirim; örneğin kadın işçilerin iş sağlığı ve güvenliğine ilişkin kaygıların ortaya çıkışı, daha çok tüberküloz, göz enfeksiyonları ve üreme sağlığı-doğurganlık mevzularına yoğunlaşıyor. Bir de ipek işçisi kadınların yaptıkları emek yoğun iş nedeniyle ve uzun süre su buharına maruz kalmalarından kaynaklı- iplik çekimi-kozaların ipliğe dönüştürülmesinde yoğunlaştıklarından- solunum sorunları ve havasızlıktan kaynaklı bedensel sorunlar var. Ancak 18. ve 20. yüzyıl arasında bu konuda her yerde geçerli bağlayıcı iş güvenliği ve işçi sağlığı yasaları yok. Halı ve kumaş dokuyucularda, terzihane işçilerinde duruş bozuklukları ve omurga sorunları yaygın. Solgun, omuzları düşük, zayıf ve hüzünlü işçi kadınlar dönem edebiyatının da sıkça kullandığı tasvirlerdendir.
Banka memuresi kadınların eylemi
Kadın işçi eylemlerine de değinmişsiniz, sizce bunlar arasında en dikkate değer hangisi ve neden?
Yazıda kadınların katıldığı grevlere çok az değinebildim maalesef; bunun bir nedeni İstanbul’a odaklanmamın gerekmesi, diğeri de kadınların katıldığı grevler konusunda henüz doğrudan çalışma fırsatı bulamamam; grev ve grevlerde kadın işçilerin katılımı hayli titizlik gerektiriyor. 1867’den itibaren işçi kadınların grevlerde yer aldıklarını, bazen de greve giden eşlerine destek verdiklerini biliyoruz. Benim için bunlardan en dikkate değer olanı, 1919 yılında, işgal İstanbul’unda bugünkü muadillerinin greve pek gitmediği veya gidemediği bir grup banka memuresinin grevidir. Sayıları dört olsa da, ücret artışı, çalışma saatlerinin azaltılması ve emeklilik dönemine ait düzenlemelere ilişkili taleplerle greve giden erkek banka çalışanlarıyla greve katılan İtibar-ı Milli Bankası’ndan dört banka memuresinin eylemine ilişkin – eğitim-bilim emekçisi olarak ben de bir işçiyim, hatta prekaryayım- daha fazla bilgim olsun isterdim. Bu durumu dikkate değer bulmamın sebebi uzun yıllar Türkiye’deki özel bankalardan birinin gökdeleninin yakınındaki bir başka plazada, vakıf üniversitelerinden birinde sendikal haklarım olmaksızın, yıllık kontratla öğretim üyesi olarak çalışmamdır. Zaman zaman çeşitli parti ve sendikalar bu devasa gökdelenin yanında kıdem tazminatı, örgütlenme, iş güvencesi ile ilişkili “torba” yasa olarak çıkan yasalarla ilgili, ağırlıklı olarak genç kadınların çalıştığı banka sektörü için bilgilendirme yapar, bildiri dağıtırdı iş çıkış saatlerinde. İş çıkışı çoğunluğu genç kadınlardan oluşma banka çalışanlarının okumaya veya üzerinde düşünmeye dahi gerek görmeden o bildirilere burun kıvırarak çöpe attığını görmek hep çok acı gelmiştir bana. Sayıları bir elin parmağını geçmeyen kadın memurenin, kadın olarak göze batacaklarını ve kolaylıkla gözden çıkarılacaklarını bile bile 1919 İstanbul’unda sendikal haklar, çalışma şartları ve iş güvencesi için yaptıkları eylemi bilseler, belki örgütlenme ve sendikanın önemi üzerinde bir daha düşünürlerdi günümüzün bankacı kadınları.
Kadınlara ait mesleği denetim altına almak
Ebelik ve hastabakıcılığı da kadınların yaptığı işler arasında saymışsınız, bu mesleği nasıl icra edebiliyorlardı, eğitim alabiliyorlar mıydı, sertifika, diploma gerektiriyor muydu?
Ebelik eğitimi devlet kontrolündeki kurslarda 1842 yılında başlıyor, bundan önce ebelik bilen kadınlar yakınlarını doğumlara götürerek, “el vererek” yani mesleğin inceliklerini bizzat öğretiyor ve geleceğin ebelerini yetiştiriyorlar. Her etnik-dinsel gruptan ebe mevcut imparatorlukta. Her mahallenin ebesi var, “kibar ve yüksek gelir grubundan” evlerin ebeleri, saraya doğuma giden elinde asası, doğum sandalyesi ve ebe olduğuna ve şehirde kadınların sokağa çıkmasının kabul edilmediği saatlerde dışarı çıkabilmelerini sağlayan izinleri var. 1842’de başlayan kursların iki hedefi var; ebeleri bilimsel ilkeler ve disiplin çerçevesinde eğiterek doğum hatalarını azaltmak, aynı zamanda doğrudan kadınlarla ilgili bu mesleği denetim altına almak. Çünkü doğum oranlarının savaşlarda yaşanan can kayıpları, doğum hataları ve özellikle Müslüman grupların yoksulluk, kişisel- ailevi sorunlar ve erkek çok eşliliğinin tetiklediği tek taraflı boşanmaların yol açtığı istemli düşüklerle azalıyor diye düşünülüyor, ebelerin bu konudaki “rolü” de tartışılıyor. Ebelere dair olan ve istemli düşüklerden nüfusun artmadığı abartılı bir saptama, ancak nüfus artışı ve halk sağlığı savaş, etnik gerilimler ve yayılmacılık devrinde önem kazanıyor. 1845’den itibaren onaylı diploması olmayan ve devletin eğitiminden geçmemiş İstanbul ebelerinin çalışması yasaklanmıştır, ancak bu yasak pratikte ve taşrada, ücra köylerde ne kadar uygulandı, tartışılması gerekir çünkü ebelik çok kadim bir meslek ve ebenin deneyimliliği oranında kadınların güven duyduğu bir grup, diplomalar doğrudan güven telkin etmiyor, bunu kadın folklorundan ve anlatılarından biliyoruz.
Hemşirelik eğitimi daha geç başlıyor; daha eski dönemlerde orduda ve vakıfların kurduğu sağlık kuruluşlarında hastabakıcılık, erkekler için erkekler, kadınlar için de kadınlar tarafından yapılıyordu. Sarayda, Enderun’da ve Harem’e ait hastanelerde “nine” veya “ana” olarak adlandırılan hastabakıcılar vardı, fakat hasta ve yaralı bakımı kadınlara ait ev içi sorumluluklardan biri olmuştur hep. Hastabakıcılık ve hemşirelik eğitimi Kırım Savaşı sırasında (1854) Osmanlı yönetiminin gündemine girmişse de, hemşirelik ve hastabakıcılığın önemi Birinci Balkan Savaşı sırasında yüksek orandaki yaralı can kayıpları nedeniyle ihmal edilemeyecek bir olgu haline geldiğinden Osmanlı Hilâl-i Ahmer Cemiyeti 1912 yılında Kadırga Hastanesi’nde gönüllü kadınlara yaklaşık altı ay süren hemşirelik kursları başlatıyor. Bu kadınlar Balkan Savaşının sona ermesine değin hastanelerde çalışıyorlar. 1914’e kadar gönüllülerin devam ettiği kurslarla süren hemşirelik eğitimi, Birinci Dünya Savaşı sırasında Kadırga Hastanesindeki Hastabakıcılık kursları yeniden etkinleştiriliyor. İlk resmi hemşirelik okulu, 1920’de Amiral Bristol Hastanesi Hemşire Okulu adıyla açılmış, ancak bu okula işgal nedeniyle olsa gerek daha çok azınlık mensubu kadınlar kaydolmuş. Ancak 1925’te Hilâl-i Ahmer Hastabakıcı (Hemşirelik) Okulu eğitim ve öğretime başlıyor. Hemşirelik eğitimi daha geç başladığı için diplomasızlık-sertifika sorunu olmamıştır.
Sanayi işçisi kadınlara ait kayıtlar sınırlı
Osmanlı İstanbul’unda ücretli kadın emeğine dair bir araştırma yapılırken, ne tür kaynaklar kullanılabilir, kadın emek tarihi deneyimlerine ulaşmak isteyen kadınların nerelere bakması gerekir?
Osmanlı Devleti’nden günümüze devreden resmi kayıt ve arşivler ile Osmanlı döneminden kalma anı, hatırat ve vakanüvislere ait kronikler, mahkeme kayıtları (şeriyye sicilleri), zaptiye (polis) kayıtları da özellikle ücretli çalışan kadınların yaşadıkları uyuşmazlıklar ve dolayısıyla yaptıkları işler ve işveren konusunda bilgi edinebileceğimiz kaynaklar. Aynı şekilde narh defterleri, esnaf loncalarına ait defterler, şikâyetnameler, belediye-şehremanetine ait kayıtlara, vakıflara ilişkin belgeler, fetva mecmualarına bakılmalıdır. Fetva mecmuaları işe dair neyin meşru neyin meşru olmadığına dair bilgiler içermesinden fikir verebilir. Basın 1870’lerden itibaren önemli bir kaynak alanı; her tür yayından, kadınların çıkardığı gazete ve dergilerde de çalışma hayatı, kadın emeği konusunda tartışmalara erişmek mümkün. Yine 1870’lerden itibaren yazılmış roman ve edebiyat eserleri de kadın emeğinin izlerini takip edebileceğimiz bir mecra sunar. 1913’e kadar sanayii işçisi kadınlara ait kayıtlar sınırlıdır; bu kadınların sanayii üretimine işçiler olarak katılımı konusunda uzun yıllara yayılmış, sistematik ve akılcı kayıtlar olmadığı, ama veri elde edilebileceği anlamına geliyor. Kadınların çeşitli sanayii ve iş kollarına katılımına dair rakamları, atölye ve fabrikaların kendi kayıtları veya çeşitli sektörlere odaklanılarak yapılmış incelemelerden biliyoruz. Bu kayıtlar ruhsat ve atölye- fabrika kurma izni alınmasına dair fermanlardan, şer’iyye sicillerinden ve çeşitli konsoloslukların tuttuğu raporlardan, basından elde edilecek bilgilerin birlikte kullanılmasıyla anlamlı oluyor. Elbette saydığım tüm kaynaklar toplumsal cinsiyet ilişkileri yaklaşımıyla ayrıntılı bir incelemeye tabi tutulmalı.
Teşekkürler, Kadınİşçiye söylemek istediğiniz bir şey var mı?
Feminist tarihle ilgilenen ve toplumsal cinsiyeti tarihsel olarak araştıran biri olarak en sık karşılaştığımız sorun, kaynak sınırlılığı. Bunu bugünlerden sonra gelecekte aşmanın en önemli yolu yaşadığımız hayata dair kayıt tutmak; istatistiki kayıtlar tutmanın görece iyi olduğu bir çağdayız- istatistik tutma mantığının elbette kendine has sınır ve sorunları var- ancak çalışma hayatına dair çalışan bireyler olarak kayıt tutmak, emek süreçlerinde ne yaşadığımıza dair gelecek kuşaklara ne düşündüğümüze dair bir fikir vermek, bu kayıtları kadınlara has bilgi-belge toplayan kurumlara aktarmak çok önemli. İşçi kadınlar nasıl yaşarlar, kısıtlı imkânlarla bir hayatı nasıl yaşanır kılarlar, ne sever, nasıl eğlenirler, nasıl dinlenir ve kendilerini bir sonraki güne nasıl hazır ederler, ne gibi dayanışma ağlarından destek alırlar, bunları çoğunlukla kısmen biliyoruz, gerçek boyutları ancak yüz yüze görüşmelerde öğrenebiliyoruz, çok sınırlı araştırma gruplarından. Lütfen günlük- anı defteri tutun, çalışma hayatına dair ne düşünüyor ve yaşıyorsanız bunların kaydı olsun ve tuttuğunuz kayıtları da saklayın, varsa kızlarınıza ve kadın yakınlarınıza verin. Instagram veya farklı sosyal medya mecralarının stilize fotoğraflarından öte bir boyuttan bahsediyorum yani. Kadınların emek örgütlenmelerinin sınırlılığı ve var olan emek örgütlerindeki eril iktidar yapıları gelecekte de kadın emeğinin tüm boyutlarını ve tezahürlerini yansıtmakta çok da başarılı olmayacaktır. İkinci önemli mevzu, emek türlerinin çok çeşitli ve hepsi bir bütünün parçası olması: emeğimizin değeri biraz da bizim onu nasıl algıladığımızla ilgili. Kadın emeği sayesinde var edilmemiş hiçbir emek yok dünya üzerinde, emeğimizin değersizliği görünmez kılınmasından, bizim emeğimiz konusundaki suskunluğumuzla da ilgili. Şu an yaşadığımız kent ve ekonomisi, geçmişte de kadınların emeği ile var oldu ve döndü. Çocuklarımıza, eşimize dostumuza bu dünyanın kadın emeği ile döndüğünü anlatmaktan hiç vazgeçmeyelim. Bana ilham oldukları için tüm kadınlara şükranlarımı sunarım.