Yabani otların izinde bir Saliha…

Yeşillikler içinde ne varsa "hazine"ydi onun için. 10 yıldır, ormanları, sapa yerlerdeki yeşil doğayı kendine mekan bellemişti Saliha. Biberiye, radika, çoban çantası, labada, kuş otu, hodan, şevketi bostan, kuzukulağı… Topladığı yabani otları sepetine özenle yerleştirip, soluğu otoyol kenarlarında alıyordu. "Otçu Saliha" diyorlardı kendisine. Yoldan geçen arabalara el edip, bir demet yeşilliği uzatıyor, sesleniyordu; "Hodanım var, hindibağım var!"
Paylaş:
Ayla Önder
Ayla Önder
onderayla@gmail.com
Ayla Önder onderayla@gmail.com

Yeşillikler içinde ne varsa “hazine”ydi onun için. 10 yıldır, ormanları, sapa yerlerdeki yeşil doğayı kendine mekan bellemişti Saliha. Biberiye, radika, çoban çantası, labada, kuş otu, hodan, şevketi bostan, kuzukulağı… Topladığı yabani otları sepetine özenle yerleştirip, soluğu otoyol kenarlarında alıyordu. “Otçu Saliha” diyorlardı kendisine. Yoldan geçen arabalara el edip, bir demet yeşilliği uzatıyor, sesleniyordu; “Hodanım var, hindibağım var!”

Yoksulluk birçok insanın anlayamayacağı, tahmin edemeyeceği boyutlardaydı. O da kenar mahallelerden birinde parasızlığın, açlığın dibindeydi. “Bir tanım ya da bir cümleyle nasıl ifade edebileceğimi düşündüm bu dalgın bakışların sahibini; “Umudun merdivenlerine tırmanan bir kadın”dı Saliha… İlk tanıştığım zaman, ne iş yapıyorsun? Diye sormuştum. “Ot topluyorum” yanıtıyla Saliha beni hikayesinin içine çekmişti bile… Çevremde, yeşil alanlardan farklı isimlerle anılan yabani bitkileri toplayıp, o otlardan o günkü tenceresini kaynatan kadınlar vardı ama “iş” değildi. O akşamki sofrasını doğa ananın koynundan donatan yoksullardı. Saliha da şehrin ıssız ormanlarına, yeşil alanlarına girip hodan, kuzu kulağı, radika gibi orman bitkileri topluyordu tek başına. Korkusuzluğuna hayran kalmıştım. Diğer gecekondu sakini hemcinslerinden tek farkı vardı; Bu onun işiydi. Her gün işlek bir cadde kenarında “yol tezgahı” açıp, gelen geçen arabaları gözlüyor, sürücülerine el ediyordu. Bu işten kazandıklarıyla iki çocuğuna bakıyordu. TV ve gazetelerde uzmanların sık sık faydalarını anlattığı yenilebilir bitkiler ve şifalı otlar onun umut malzemesiydi.

Yeşille gelen umut

Yol boyunca bahçesindeki sebze ve meyveleri ya da karalahanasını satan kadınlar da vardı. Bir sepetin başına çömelmişler, geçen arabalardan bir hamle bekliyorlardı. Saliha da sepetinin başında kendi deyimiyle rızkını arıyordu. Masal kitaplarından fırlamış, günümüze ışınlanmıştı sanki! Çocukluğumuzun “Kırmızı Başlıklı Kız”ının büyümüş suretiydi. Sert hayat koşullarına bakınca da Zeyna’ydı aynı zamanda. Yeşillikler içinde ne varsa “hazine”ydi ona göre. 10 yıldır, ormanları, sapa yerlerdeki yeşil doğayı kendine mekan bellemişti. Biberiye, radika, çoban çantası, kuş otu, hodan, şevketi bostan, kuzukulağı, mantar. Zamanı gelip de yeşerdiklerinde Saliha onları eliyle koymuş gibi buluyordu. Çamurlarını su ile iyice yıkadıktan sonra sepetine yerleştiriyordu.

Her şey o kartlardan sonra başladı

Böyle başlamamıştı her şey tabii ki. O önceleri evde, bulaşık, çamaşır yıkayan, komşu gezmeleri dışında evden çıkmayan, bilindik işlerle meşgul olan bir ev kadınıydı. 20 yaşında evlenen Saliha, birkaç yıl sonra su deposunda çalışan eşinin aşırı para harcamalarına ve yeni kıyafetlere olan ilgisine şaşırıp kalmıştı. Kredi kartlarını her sigortalıya veren bankalar Saliha’nın kocasını da unutmamıştı. Bu kartların baş döndüren “limitleriyle” mağazalara bilinçsizce koşturan insanlar gittikçe çoğalıyordu. Bu adam da sık sık yeni kıyafetler alıp, hafta sonları evden yok oluyordu. Bu arada eve kart ekstreleri geliyor ve meblağlar gittikçe yükseliyordu. Bu har vurup harman savurmalarla evde kavgalar da başlamıştı. Kredi kartlarına her gün yenisini ekleyen kocanın daha sonra bankalarla başı derde girmiş ve ortadan yok olmuştu! Eve hacizler gelmeye başlayınca Saliha iki çocuğuna bakabilmek için çıkar yol düşünmüştü. Evdeki dikiş makinesiyle konu komşuya giysi dikmekte buldu önce çareyi.

Balık sattı, temizliğe gitti

İstanbul’da doğmuş, ilkokulu bitirmiş bir kadındı. Evlilikle birlikte yaşadığı hayal kırıklığıydı ve çocuklarıyla beş parasız kalmıştı. Bildiği tek iş olan dikişe sarılmış, etrafın ısmarladığı eteği, gömleği dikmeye başlamıştı. Fakat dikiş de onu içinde bulunduğu zor durumdan kurtaramamıştı. Nasıl direndiğini anlatıyordu; “Yoksulluk arttıkça evinde dikiş makinesi olan komşularım da sökükleri dikip, giysileri tamire başladılar. Artık bu iş kimseyi doyurmamaya başladı. Eve fazladan bir ekmek alabildiğimde seviniyordum. Bıraktım ben de. Bu kez de temizliğe gitmek zorunda kaldım, köşe bucak ev sildim, süpürdüm. Hatta gün oldu sokaklarda balık bile sattım.” Yine olmamıştı, o işler de geçime yaramamıştı. Sonra, annesinin köydeyken yaptığı işten esinlenerek “acaba bu olur mu” diye düşünmüş ve kendini doğadaki nimetlerin arasında bulmuştu.

Ormana giderken erkek gibi giyindi

Sapa yerlerdeki, orman içlerindeki bitkilere ulaşmak, bir köyde ya da Anadolu’nun bir bölgesinde daha kolay ve risksizdi. Ama koskoca şehirde, kimden ne tehlike geleceği belli olmayan bu metropolde bu işin nimeti kadar tehlikesi de çoktu. Ormanlarda seyr-ü sefer halindeydi Saliha. Dağlarda, bayırlarda bitki ararken çözümü de kendince bulmuştu. 10 yılı aşkın süredir buraları arşınlayan ayaklarının yıprattığı lastik sarı çizmelerine ve pantalon paçalarına kaydı gözlerim. Erkek gibi giyiniyordu yeşillik toplamaya giderken. Ses tonu ve davranışıyla “erkek gibi”ydi bu onu tehlikelerden koruyordu. Gittiği ıssız ve sapa bölgelerde bazen kötü niyetli bir oduncu çıkıyordu karşısına. Bazen de içki içmek için ormanları mesken edinen ayyaşlar…

Yılanlarla karşılaşmak

Tehlikeler bunlarla kalmıyordu. Kimi zaman da yanlışlıkla dokunduğu zehirli bir mantar ona korkular yaşatıyordu. Rüzgar ittiği bulutun şeklini değiştirir derler. Bu sözün misali, sonraları alışmıştı tehlikelere. Nasıl savuşturacağı noktasında deneyim kazanmıştı. Saliha ormanda yaşadıklarını komşularıyla da paylaşıyordu. Avcı anıları gibi onlara ilginç hikayeler aktarmaktan geri durmuyordu. Bir gün yine hodan toplamaya gitmişti. Otların arasından çıkan büyük bir yılanın kendisini sokmasından son anda kurtulması mucizeydi. Sonraları karşısına çok sık yılan çıkınca alışmıştı! “Yılana sen bir şey yapmayınca o da geçip gidiyor, sokmuyor” diyordu!

Ağır çuvallarla saatlerce yürüdü

Şehrin göbeğinde, herkesin modern yaşamın hareketliğinde, araçlarıyla koşturup durduğu otoyol kenarlarındaki patikalar onun “servis yolu”ydu. Bu işin icrası sırasında önceleri öylesine güç kullanıyor ki: “İlk zamanlarda hiçbir şekilde masraf yapmıyordum. Bitki topladığım yerle satış yaptığım yer arasında üç saatlik masafe vardı. Ot yükü hayli ağır olur. Çünkü sekiz- dokuz farklı çeşit bitki bulmak lazım. Çuval omuzumda, ormanlık alandan satış bölgeme üç saatlik yolu yürüdüm kaç kez! Yol parası verecek durumum yoktu ki. Ağır çuval saatlerce sırtımda kalırdı ve belim kopuyor gibi olurdu. Oraya vardığımda ayaklarım davul gibi şişerdi.”

Ormandan öğrendiği bilgelik

Yaşadığı her şey orman belgesellerine taş çıkarıyordu. Şifalı bitki aradığı çalıların arasından bir yaban domuzuyla göz göze geldiği de olmuştu. Hayvanın saldırısından kaçışını anlatırken gözleri kocaman oluyordu. Çok çok eski zamanlarda Anadolu insanını, “Atları ve yüksek tekerlekli arabalarıyla suları ve otları takip ederek yaşayan” millet olarak tanımlanırmış. Otların izindeki Saliha, ormanlarda rastladığı kaynakların billur gibi soğuk sularını içiyor, ot çuvalını sırtlandığı yetmiyormuş gibi, bir bidona doldurduğu kaynak suyunu evine taşıyordu. Yemeği yapılan flora bitkilerini ve şifa sağlayan ne yeşillik varsa, ormandan öğrendiği bilgelikle ne işe yaradığını anlatıyordu komşularına.

Şöminem için odun lazım

Yol kenarında mısır zamanı bir kenarda kazan da kaynatıyor, dumanı tüten koçanları sıra sıra bir tepsiye diziyordu. Kara kazanın altındaki odunları dağdan toplamak da gündelik işi arasındaydı. Bir gün odunları mısırların yanında gören bir müşteri, “odunlar kaça” diye sormuştu. Lüks arabasından inen adama şaşkınlıkla bakıyordu. “Ama onlar mısır kaynatmak için, satılık değil” deyivermişti. Adam ısrar etmişti; “Olsun almak istiyorum, şöminem için kütüklerim bitti, odun lazım!” Marka arabaları kenara park edip, alışverişe gelen hemcinsleriyle de sohbet etmeyi ihmal etmiyordu. Biri kendisine karşı ah vah edip, “Zor değil mi bu iş, nasıl geçiniyorsun” diyecek olsa, hemen bir tutam ısırganı ya da ebegümecini eline alıyor öyle yanıt veriyordu; “İşte bunlarla!”

Sokakta kalma korkusu

Saliha’nın eşinin milyonlarca lira borcu vardı. Kimi zaman ödenen paralar olsa da borç bitmiyordu. Faizler yükseliyordu. Ayın bir kaç günü bir banka memuru haciz için kapıya dikiliyordu. Üç, dört kez eşya kaldırıp gitmişler, her seferinde yeniden eşya almak zorunda kalmıştı. Koca eve gelmiyordu. Alacaklılarla o didişiyordu. Fırın, koltuk, buzdolabı ve televizyon gibi eşyaları götürmüşler, o da gidip ikinci el olarak yeniden almıştı. Tek korkusu evin haczedilmesiydi. O da giderse çocuklarla sokakta kalacaktı. “Ama o kadar çok kredi kartı kullanmış ki, öde öde bitmiyor. Artık akıllandım. Tek kuruş bile ödemiyorum” sözleriyle kafa sallıyordu.

Çamaşırımı hacizli makinede yıkıyorum

Evdeki beyaz eşyaları gösterip, “Önceki gelişlerinde bir sürü şey aldılar bankanın avukatları. Son ziyaretlerinde insaf gösterip götürmediler ama haciz defterine kayıt ettiler. Hepsi emanet bunların. Çamaşırımı hacizli makinede yıkıyorum yani”. Yeni alanlar araştırıp, müşteriler bulmuştu. Otoyolda, yağmurlu zamanlarda satış olmadığı günlerde elde kalan otları meze yapılmak üzere restoranlara götürmeye başlamıştı. Bir pazar daha yaratmıştı kendine. Fatih, Çarşamba pazarına da gidiyordu haftada bir gün. Bu ülkede binlerce kadın fiziki baskı görürken, o da şiddeti bu şekilde yaşıyordu. Yine de başı yukarıda, omuzu dik yoluna devam ediyordu 43 yaşındaki Saliha… Evinden, “yuva” olarak zihnine kazıdığı dört duvarından zorunlu çıkıp, hayata hızla dalan, süratini hiç kesmeyen, ablasının yakıştırmasıyla onu ezmeye kararlı bu şehre karşı “rüzgarlaşan” kadın…

Paylaş:

Benzer İçerikler

Gösterilecek içerik bulunamadı!
İçeriklerimizi kaçırmamak için e-posta bültenimize ücretsiz abone olun!