Yaşamı Üretmek – Bütüncül Bir Feminist Teoriye Doğru

Bu yazı sadece bir kitap eleştirisi değil. Hülya Osmanağaoğlu, TYÜ kuramını temel alan bir feminist mücadele ile patriyarka - patriayarkal kapitalizm - kapitalist patriyarkayı temel alan feminist mücadele arasındaki temel ayrım, gündelik hayatımızdaki erkek egemenliğini merkeze koyarak bütünlüklü bir mücadele vermek ile sermayenin gündelik hayatımızdaki belirleyiciliğini merkeze koyarak mücadele vermek arasındaki farkta somutlanıyor, tespitini tarihsel analizle de harmanlayarak TYÜ tartışmalarına yeni bir boyut getiriyor.
Paylaş:

Türkçede en çok Lise Vogel ile anılan feminist toplumsal yeniden üretim kuramı, itiraf etmek gerekirse benim için bir hayli karmaşıktı. Ancak feminist yol arkadaşımız Melda Yaman’ın, sabırla ve ayrıntıyla kadın hareketinin toplantılarında anlatması, mevzuyu kavramamın ilk adımları oldu. Ardından 2022’de yayımlanan Yaşamı Üretmek- Bütüncül Bir Feminist Teoriye Doğru başlıklı kitabıyla, toplumsal yeniden üretim (TYÜ) kuramını son derece detaylı bir biçimde anlatmanın ötesinde, Türkiye’deki feminist mücadele, kadın emeği ve kapitalizm ilişkileri bağlamında verdiği örneklerle, güncel ve önemli bir politik tartışmanın çerçevesini de çizmiş oldu Melda.

Yaşamı Üretmek- Bütüncül Bir Feminist Teoriye Doğru soyut bir kuram tartışmasının ötesine geçerek, dünyada ve Türkiye’de konuyu hem tarihsel olarak ele alıyor hem de güncel ev içi emek tartışmalarına gönderme yapıyor. Diğer yandan TYÜ kuramcısı feministlerin analizlerini ayrımlarıyla tartışırken aslında kendisi bütünlüklü, özgün bir TYÜ çerçevesi oluşturuyor. Ayrıca kitapta Marx’ın kadın emeği- kapitalizm ilişkisi üzerine her tespitini TYÜ kuramı bağlamında ayrıntıyla tartışırken, bir yandan da Türkçe yazında kadın emeği-aile- patriyarka[1] bağlamında şimdiye kadar yapılmamış derecede ayrıntılı bir Marx taraması/eleştirisi/katkısı yapıyor. Yaptığı Marx taramasının her adımında hem TYÜ kuramını yeniden ele alıyor hem de tabir yerindeyse Marx’ı güncel feminist dil ile açıklarken konuyla ilgilenen bütün feministler için anlaşılır kılıyor.

Benim gibi sosyalist soldan gelip erkek şeflerinden sürekli “Marksizm’e uymaz o feminist laflar” cümlesini duyan tüm feministlere, “Gerçekler ayağınıza geldi, Melda ayrıntıyla feminist bir analiz ile Marx taraması yapmış. Okuyunuz, şeflere gerekli cevabı veriniz.” demek istiyorum. Bir de benim gibi antropoloji okumayı sevmiyorsanız (az anlıyor da olabilirim) ve Kadının Evrimi’ni okuduktan sonra güncel feminist kuramlarla hiçbir bağ kuramamışsanız, Etnoloji Defterleri bölümü ile hem Marx’ın yazdıklarının hem de tarihsel antropolojik tartışmaların, feminist kuramla bağını öğrenmek mümkün. Kuşkusuz kimi ayrımlarımız olmakla birlikte, Köken’in feminist analizler çerçevesinde yeniden tartışılmış olması da feminist başlangıç noktalarımız açısından son derece hatırlatıcı olmuş.

Kitabı en az üç kere okudum diyebilirim. Her okumada Melda’nın Marksizm kavrayışına ve fikirlerini son derece anlaşılır biçimde sadeleştirmesine hayran kaldım. Biraz da bu yüzden TYÜ kuramı üzerine yapmak istediğim tartışmada, kendimi ifade edememe kaygısı taşıdım ve kitap üzerine yazmayı sürekli erteledim. Ama son dönemde hem patriyarkal kapitalizm analizi hem de TYÜ, bağlamlarından koparılarak hatta birbirlerine ikame edilerek kullanılırken, güncel politika bağlamında konu üzerine yazarak, tartışarak düşünmek için en anlamlı çerçeveyi Melda’nın kitabınınsunduğunu düşünüyorum. Bu nedenle onun yazdıkları üzerinden becerebildiğimce TYÜ- patriyarka- kapitalizm ilişkisini tartışmaya çalışacağım.

İkinci dalganın maddeci feminizminin satır başları

İkinci dalga feminist hareket ile birlikte maddeci feminist analizlerin hepsinin odak noktasında iki başlığın öne çıktığını söylemek mümkün: Bir sistem olarak patriyarka ve ev içindeki karşılıksız kadın emeği üzerinden patriyarka-kapitalizm ilişkisi. Margeret Benston’ın Kadınların Kurtuluşunun Ekonomi Politiği başlıklı makalesinde kadınların ev içindeki karşılıksız emeğinin kapitalizm açısından önemi/vazgeçilmezliği anlatılırken, kadınların evde harcadıkları, yok sayılan emeklerinin maddeci analizi yapılıyordu. Ev içi emeği merkeze koyan bir başka analiz Christine Delphy’den gelmişti. Kadınların evde karşılıksız yaptıkları işlerin patriyarakal üretim tarzının sonucu olduğunu ve evdeki erkeklerin kadınların emeğini sömürdüğünü anlatıyordu. Delphy için patriyarka kapitalizmden bağımsız bir sistemdi. Benston’un maddeci analizi Marksist feminizm diye anılırken, 1970’lerde yansımasını, Dalla Costa, Silvia Fedrici ve Selma James’in öncülük ettiği ‘kadınlara ev işleri için ücret ödenmesi’ kampanyasında bulmuştu. Selma James daha sonra eleştirilere cevap olarak, yapılan kampanyanın esas amacının, ev işlerinin “iş” olarak kabul edilmesini sağlamak ve ev kadınlarını kapitalizme karşı mücadeleye katmak olduğunu, bununla da başarılı olduklarını söylemişti. Benston ve Delphy ile aynı dönemde Juliet Mitchell bir sistem olarak patriyarkadan bahsederken ‘sosyalist feminist’ bir mücadele öngörüyordu. Ancak Mitchell’in sistem analizinde kadınların ev içinde ve ücretli emek gücünde harcadıkları emek, kapitalizme içkin bir sömürü ilişkisi çerçevesinde ele alınırken, kadınların ikincilliğini somutlayan ikinci boyutun ideoloji-kültür ve/veya bilinç dışı alanı olduğunu ve bu alanın da patriyarkal ilişkilerce belirlendiğini söylüyordu. 1970’ler boyunca Marksist feminizm-sosyalist feminizm cenahında genel olarak, ev içinde kadınların harcadığı karşılıksız emek kapitalist ‘yeniden üretim’ sürecinin parçası olarak görülüyordu. Heidi Hartmann ise 1979’da ünlü makalesi Marksizm’le Feminizmin Mutsuz Evliliği’nde kadınların ev içinde harcadıkları karşılıksız emeğe bizzat evdeki erkeklerin, kocaların, babaların el koyduğunu, çocuk ve yaşlı bakımının yanı sıra, erkeklerin hizmetinde yapılan işlerin de kadınlara yıkılmasının sebebinin patriyarka olduğunu söylüyordu. Patriyarkanın tarihsel bir sistem olarak kadınların ezilmişliğinin sebebi olduğunu, kapitalist üretim ilişkilerine eklemlendiğinde de evdeki cinsiyetçi iş bölümünün uzantısı olarak, ücretli emek gücüne katıldıklarında düşük ücretli, güvencesiz, niteliksiz işlerde çalışmak zorunda kaldıklarını da belirtiyordu. Ev içindeki cinsiyetçi iş bölümünün kapitalist üretim ilişkilerindeki izdüşümü cinsiyete dayalı iş ve meslek ayrımıydı.

Böylece kadın işi-erkek işi ayrımıyla, kadınların her daim düşük ücretli güvencesiz işlerde çalışması kadınları evdeki kocalara bağımlı kılıyor ve evlilikten-aileden kurtulmalarına engel olup ve bir kısır döngü olarak patriyarka ve kapitalizm iç içe geçerek ve birbirlerini belirleyerek ikili sistem, patriyarkal kapitalizm olarak kendini yeniden üretiyordu. Heidi Hartmann’ın analizlerini temel alarak verilen mücadelenin adı sosyalist feminizm olarak anılsa da kuramsal tartışmalarda ikili sistem analizi olarak da adı geçer.  Patriyarkanın hem kendi iç dinamikleri olan bağımsız bir sistem olması hem de kapitalizm ile karşılıklı, iç içe geçen ilişkisi ile ‘patriyarkal kapitalizm’ olarak kendini yeniden üretmesi bağlamında ‘ikili sistem kuramı’ sosyalist feminizmin temelini oluşturur.  İkili sistem kuramı açısından bir başka katkı ise Sylvia Walby’den geldi ve Heidi Hartmann’ın analizini fazlasıyla emek indirgemeci olarak değerlendirirken, patriyarkanın esas olarak altı ayak üzerinde yükseldiğini  söylüyordu: Ev içi emek, ücretli emek, devlet, şiddet, cinsellik ve kültür.

Neoliberalizm – Toplumsal Yeniden Üretim ve Feminizm

Maddeci feminist kuramlar açısından çerçevesini çizdiğim bu tartışmalar esas olarak ikinci dalga feminist hareketin yükselişe geçtiği, reel sosyalizmin hâlâ ayakta olduğu, sosyal devlet anlayışının ve işçi sınıfının örgütlü gücünü koruduğu yıllarda yapılan analizlerdi. 80’lerin sonunda reel sosyalizmin yıkılışı, neoliberalizmin egemenliğini ilan edişi, üretim süreçlerinin parçalanması başlığı altında sermayenin işçi sınıfının örgütsüz olduğu geç kapitalistleşmiş ülkelere yönelmesi, eski Sovyet bloku ülkelerde ortaya çıkan işsizlik, dünyanın dört bir yanındaki savaşların ve ekolojik felaketlerin neden olduğu göçlerle, metropol kapitalist ülkelere akan kadın nüfusu, küresel güney, sömürgecilik, ırkçılık, kağıtsız göçmenlik gibi bir dizi paradigmayı dikkate alan patriyarka- patriyarkal kapitalizm/kapitalist patriyarka, TYÜ analizlerinin ortaya çıkmasına neden oldu.[2] 

Bir yandan yapay zekalar, robotlar insanların yerini alacak mı tartışmaları sürerken, neoliberalizm metropol kapitalist ülkeler dışında kalan dünya proletaryasının nerdeyse tamamını, 1800’lerdeki sefalet koşullarında çalıştırmaya başladı. Kadınların payına uluslararası üretim zincirlerinin en güçsüz ve ikame edilebilir halkası olarak görülen işlerde, güvencesiz, parça başı, örgütsüz ve sefalet ücretleriyle çalışmak düştü. Diğer yandan sermayenin müşterekleri metalaştırması, suyun, ormanın hatta neredeyse havanın alınıp satılır hale gelmesi üretim ve yeniden üretim tanımlarını ‘genişletti’. Feminist hareketin Marksist feminizm diyebileceğimiz çizgisi de ikili sistem kuramına yönelen eleştirilerle birlikte TYÜ kuramı çerçevesinde, sınıf mücadelesinin bileşimini ve hedeflerini ‘güncelledi’ ve yukarıda bahsettiğimiz bu ‘genişletmeyi’, ‘toplumsal’ yeniden üretim analizi olarak gündeme soktu denilebilir.

Melda da Önsöz’de “[K]adınların ezilmesinin kaynağını sermayeye dayandıran görüşler, toplumsal yeniden üretim yaklaşımının teorik dayanaklarının inşasında önemli rol oynadı. Toplumsal yeniden üretim yaklaşımı bu teorik temel üzerinde filizlendi” diyor. “Toplumsal yeniden üretim yaklaşımı kadınların hane içindeki emek sürecini ‘yeniden üretim’ kavramına yerleştirerek analiz eder ve günümüz toplumlarında kadınların ezilmesini de bu bağlamda açıklar.” diye devam ediyor. (sf18)

Feminist mücadele ile sınıf mücadelesinin toplumsal yeniden üretim ekseninde buluşturan güncel feminist talepleri ise ucuz ve doğal gıda, karşılanabilir uygun kiralık ev, kamusal kreş ve yaşlı bakım kurumları, ücretsiz sağlık ve eğitim hizmeti, hijyenik ped ve çocuk bezi olarak sıralarken(sf15), bu talepler bağlamında feminist hareket ile sınıf mücadelesinin buluşmasından ve toplumsal yeniden üretim için verilen mücadelenin sermayeye karşı mücadele halini aldığını söylüyor.

Hiç kuşku yok ki feminist hareketin [kolektif] sosyal hak talepleri birinci dalga feminizmin de ikinci dalga feminizmin de ana gündemleri olmuştu. Keza Melda’nın en güncel haliyle sıraladığı bu taleplerin büyük bölümü Türkiye’deki ikinci dalga feminist hareketin gündeminde hareketin yükselişinden beri hep yer aldı. Ki patriyarka ile kapitalizmin iç içe geçerek işlediği, kendini yeniden ürettiği bir sistem olarak kapitalist patriyarkaya karşı mücadele de bu talepler eksenindeki bir feminist mücadeleyi her daim gündemine alır.

Ancak ikinci dalga feminist hareketin, özellikle radikal feministlerin ve ikili sistem kuramcıların, örneğin Heidi Hartmann’ın, patriyarakanın kapitalizmden azade bir emek sömürüsü üzerinde yükseldiğine yönelik tespitlerinin en önemli nedeni, kapitalizm koşullarında talep edilen bu kolektif sosyal hakların, [reel] sosyalizm deneyimlerinde tümüyle sahip olunan haklar olmasına rağmen, ev içindeki erkek egemenliğinin neredeyse hiç aşınmamış olmasıdır. Yani toplumsal üretimin kâra ve ranta dayalı ilişkiler üzerinde yükselmesine son verilmesine rağmen, kadınların ev içindeki iş yüklerinde bir değişiklik ortaya çıkmamıştı. Kadınlar hâlâ, ev işlerinin organizasyonundan, kreşten eve gelince çocuğun ihtiyaçlarının karşılanmasından, ister ortak çamaşırhaneler kurulmuş olsun ister teknolojik gelişme ile evlere makineler alınsın çamaşır işlerinden sorumluyken, aşınsa da kadınların cinselliğinin erkeklerce denetlenmesi ve erkek şiddeti sürüyordu. Tam da bu nedenle Heidi Hartmann Mutsuz Evlilik’te Sovyetler Birliği’nde kadınların ve erkeklerin 1923 ve 1966’da ne kadar ev işi yaptıklarının karşılaştırıldığı makaleye[3] referans vermişti. (Büyük kentlerde 1923’te erkeklerin ev işlerine bir ay içinde harcadığı zamanın toplam zamanlarının yüzde 7’siyken, kadınların ev işlerine harcadığı zamanın toplam zamanlarının yüzde 23’ü civarında olduğunu gösteriyor. 1960’a gelindiğinde ise, erkeklerin bir ay içinde ev işlerine harcadıkları ortalama süre toplam zamanın yaklaşık yüzde 9’uyken kadınlar için oran yüzde 18)

Kuşkusuz adı üstünde reel sosyalizmdi ve üretimin örgütlenmesine ilişkin karar alma süreçlerinde işçiler değil bürokrasi söz hakkına sahipti. Özellikle soğuk savaş koşullarındaki silahlanma ve devasa bir ordunun ihtiyaçları, halkın gündelik hayatındaki ihtiyaçların karşılanmasını zorlaştırıyordu. Ama neticede kreş de vardı, ev de vardı, ücretsiz sağlık hizmeti de ve kadınlar için tam istihdam da. Üstelik yine Heidi Hartmann’ın ev içindeki cinsiyetçi iş bölümünün kadınların ücretli emek gücüne katıldıklarında sahip oldukları işlerin niteliğini belirlediğine ilişkin tespiti, [reel] sosyalizm koşullarında da varlığını sürdürüyordu.  Elbette bunun anlamı, sosyal hak taleplerinin, özellikle bakım işlerinin (yani yaşlı ve çocuk bakımının) kamusallaşmasının feminist hareketin her daim temel gündemlerinden biri olduğudur. Ama ev içinde kadınların harcadığı karşılıksız emeğin ilgası için verilecek feminist mücadelenin tek ve esas hedefi sermayeye karşı mücadele mi üzerine tartışmak gerekiyor. TYÜ ev içindeki karşılıksız kadın emeği mücadelesinin hedefi sermaye olmalı diyor açıkça. Patriyarkanın/kapitalist patriyarkanın/patriyarkal kapitalizm analizleri ise ev içindeki karşılıksız kadın emeğine esas olarak el koyan erkeklerdir derken, feminizm açısından bu mücadelenin hedefini bizzat patriyarka olarak işaret ederler. Kuşkusuz bir yandan bakım işlerinin kamusal hizmet haline gelmesi mücadelesi eş zamanlı olarak sermayeye karşı bir mücadeleyi gerektiriyor. Ancak kamusal hizmet haline gelemeyecek, erkeklerin yemeğinin hazırlanması, çamaşırının yıkanması, ütüsü vs ya da kreşten geldikten sonra çocuğun doyurulması, yıkanması ve hatta masalının okunması işlerini, erkeklerle eşit olarak paylaşmak doğrudan patriyarkaya, evdeki erkeklere karşı verilecek bir mücadeleyi gerektiriyor. Kaldı ki İstanbul ya da başka metropollerde partneriyle yaşayan beyaz yakalı hatta kendi işinin sahibi, avukat doktor vs bir kadının ev işlerinin yükünü üstlenmesini sermayenin ihtiyaçlarıyla açıklamak ne kadar anlamlı. TYÜ analizinin öngördüğü feminist mücadele ile kapitalist patriyarka/patriyarkal kapitalizm analizlerinin öngördüğü feminist mücadele arasındaki fark bu kadar net.

Ev içi emeğe el koyulmasına neden olan sitem kapitalizm mi patriyarka mı?

Melda’nın bu konuya yaklaşımını şu satırlar çok anlaşılır biçimde özetliyor:

… [K]adınların hane içindeki karşılıksız emeğini nasıl teorileştireceğimiz ve ücretli işle nasıl ilişkilendireceğimiz, buna bağlı olarak feminist mücadelenin hattını nasıl inşa edeceğimiz gibi meseleler feminist gündemi tetikliyor. Toplumsal yeniden üretim yaklaşımı bu sorulara kadınların hane içindeki emek sürecini “yeniden üretim” kavramına yerleştirerek bir yanıt veriyor, günümüz toplumlarında kadınların ezilmesini de bu bağlamda açıklıyor. (sf34)

Melda elbette kadınların ezilmesinin tek başına kapitalizmle açıklanmayacağını söylerken sıklıkla “ataerkil sisteme” vurgu yapıyor.

“Gelgelelim bu kabul TYÜ’nün kadınların ezilmesinin tek nedeni olduğu sonucunu doğurmaz. İkinci olarak TYÜ’den hareketle kadınların ezilmesinin sadece sermaye ile açıklanamayacağını düşünüyorum.

Kadınların ezilmesinin kaynağını kapitalizmle sınırlandırmadığımızda, mesele artık sadece kapitalist sömürü koşulları değildir, analiz kadınlarla erkekler arasındaki ilişkilere, eril tahakküme, eril şiddete vs. uzanacaktır, çünkü toplumsal cinsiyet eşitsizliğinin yapısal unsurlarını kapitalizmle açıklamak olanaklı değildir.

Marx’a dayanarak ama aynı zamanda feminist argümanları kullanarak sermayenin ve ataerkinin etkileşiminde, TYÜ kavramı temelinde açıklayabileceğimizi savunuyorum.” (sf 37-38)

Melda aslında kitap boyunca kapitalizm- ataerki etkileşimine ve kadınların ezilmişliğinin sadece kapitalizmle açıklanamayacağına vurgu yapsa da, patriyarkanın (Melda’nın deyişiyle ataerkinin) tarihsel olarak varlığını sürdürmesinin maddi temelinin ne olduğuna dair herhangi bir açıklama, ‘maddeci bir tahlil’ yapmıyor.  Patriyarka (ya da ataerki) ideolojik- kültürel bir kalıntı mı (ancak yapısal unsurlarından bahsediyor olduğuna göre bununla açıklayamayız)? Kadınlarla erkekler arasındaki eril tahakküm, eril şiddet diye andığı ilişkiler yani erkek egemenliğinin tezahürlerinin maddi temeli kapitalizmde mi? İşçi sınıfına yönelik sermayenin- devletin şiddeti kapitalist üretim ilişkilerince belirlenen toplumsal ilişkilerden kaynaklanıyorsa, erkek şiddetinin, erkek egemenliğinin gücünün de erkeklerle kadınlar arasındaki “emeğe karşılıksız el koyma” ilişkisinden kaynaklanması gerekmez mi?

Melda’nın kitabın en başında pandemi koşullarına, eve kapanmanın kadınlar açısından ev içindeki iş yükünün, çocuk ve yaşlı bakım yükünün katmerlenmesine yaptığı gönderme bağlamında düşündüğümüzde, basit bir soru sormak gerekmez mi, erkekler kadınların yaptığı bu işlerden çıkar sağlıyor mu? Evde kocalara ve çocuklara üç öğün yemek hazırlayıp, pandeminin sonucu olarak dikkat edilmesi gereken hijyen kuralları nedeniyle akşam sabah temizlik yapılıp çamaşır yıkanması, üstüne akşamları iş yorgunluğu hissetmeyen erkeklerin cinsellik baskısı, üstüne bir süre sonra evdeki kapalı hayatın daraltmalarıyla kadınlara ve çocuklara yönelen erkek şiddetini, kapitalizmin yeniden üretim sürecini toplumsal yeniden üretime genişletmekle açıklamak mantıklı mı?

Patriyarkanın bir sistem olarak kadınların ev içindeki emeğine erkeklerin karşılıksız el koyması, yani ev içindeki yaşamı yeniden üreten bütün işlerden kadınların sorumlu tutulması, erkeklerin o evdeki ilişkilerin niteliği üzerinde tek karar alıcı olmaları, bu aile ilişkileri içinde yemeğin tuzunu az bulduklarında kadınlara şiddet uygulamaları hatta öldürme gerekçesi yapmaları, evlendiler diye canları istedikleri zaman kadınlarla cinsel ilişki kurabileceklerini düşünmeleri, kadınların ne zaman sokağa çıkabileceğini, kimlerle görüşebileceğini, ne giyeceğini denetleme hakkını kendilerinde bulmaları ve tüm bunların toplumsal kabul görmesi, bütünlüklü bir feminist analizle, patriyarka ile açıklanamaz mı? Keza kadınların patriyarkanın çizdiği sınırlar dâhilinde evde ve kamusal alanda parçası oldukları toplumsal ilişkilerin, kadınların ücretli emek gücünde sermaye karşısındaki koşullarını belirlediğini düşünemez miyiz? Örneğin patronların erkek işçileri istifaya zorlamak için uyguladıkları baskı ve yıldırma politikalarına kadınlar söz konusu olduğunda mutlaka cinsel taciz ve cinsiyetçi söylemleri eklemeleri, kadınları ‘iyi aile kadını’ olmamakla damgalamaları tam da kadınların bütün yaşamlarının öncelikle evdeki erkeklerce denetlenmesi gerektiği mantığından yola çıkmıyor mu?

Bugün neoliberalizm koşullarında elbette barınma hakkı, sağlık hizmetlerine ulaşım, bakım işlerinin kamusallaştırılması ve kadınların ücretli emek gücüne katılmasının önündeki engellerin kalkması feminist mücadelenin acil gündemi. Ancak kadınların önündeki en önemli engellerden biri olan doğum izinlerinin ebeveyn izni olarak, kadınlarla erkeklerin eşit sürelerde kullanması talebini, öncelikle erkek egemenliğinin hüküm sürdüğü sendikaların gündemine taşınması için verilecek feminist mücadelenin hedefinin sermaye olduğunu söyleyebilir miyiz? Ya da kreş hakkının kadın erkek sayısına bakılmaksızın gündeme taşınması talebini sendikaların ciddi biçimde gündeme taşıması için verilen mücadelenin sermayeye karşı mücadele olduğunu söyleyebilir miyiz?

Aslında tarihsel olarak, 1850’lerden itibaren, Melda’nın kitapta son derece anlaşılır biçimde anlattığı şekliyle, makineleşmeyle kadınların erkek işçilerin yerini almasını engelleyen sermaye mi olmuştu yoksa erkek işçi sınıfı hareketi mi? Marx’tan yapılan alıntılarda da göründüğü üzere, kadınların işçileşmesi ile aile yapılarında çocukların sefaleti, erkeklerin tekil isyanları sermayenin umurunda olmazken, sermayeyi bu yönelimden vazgeçiren, kadın emeğinin daha ucuz ve örgütsüz olmasına rağmen belli işkollarından ve mesleklerden dışlanmasının nedeni, erkek işçi sınıfının kolektif patriyarkal direnişi değil mi?  Kuşkusuz sermaye tarihsel olarak kapitalizm çağına devrolan patriyarkayı aşındırmayı ya da ortadan kaldırmayı hedeflemiyordu ve kadınları ucuz, örgütsüz emek gücü olarak istihdam etmesi de patriyarkanın varlığından çıkar sağladığının göstergesiydi. Ancak çekirdek aile içindeki cinsiyetçi iş bölümünün bu şekilde sabitlenmesi (hatta çekirdek ailenin sabitlenmesi) ve kadınların öncelikli işinin ev içindeki işler olması, erkeğin maddi, duygusal ve cinsel ihtiyaçlarını karşılaması zorunluluğunu, tek başına sermayenin sorumluluğunu sırtından attığı yeniden üretim süreciyle açıklamak ne kadar mantıklı?

Tarihe patriyarka ve kapitalizmin kendi iç dinamikleri olan iki bağımsız ama birbirini belirleyen sistem analizinden baktığımızda, kadınların emeğine erkeklerin evde karşılıksız el koymasıyla, kadınların ücretli emek gücüne katıldıklarında öncelikle ev işinin uzantısı sayılabilecek ve niteliksiz güvencesiz düşük ücretli işlerde çalışması tam da patriyarka- kapitalizm işbirliğine işaret ediyor. Patriyarkanın kadınların evde erkeklere kusursuz hizmetini sağlamak için şiddet tekelini erkeklere vermesinin ötesinde, bizzat erkek şiddetini daimi kılmak için kadınların öncelikli sorumluluk alanının aile kurumu olduğu propagandasıyla kadınları ücretli emek gücünden ve nitelikli işlerden uzak tutup boşanmasını zorlaştırmak, yine iki ayrı sistemin iç içe geçerek işlemesi anlamına geliyor aslında.

Daha güncel bir örnek ile somutladığımızda, AKP’nin iktidarda olduğu yirmi yıl içinde neoliberalizmin hegemonyasını neredeyse tümüyle sağlamışken, kadınların Melda’nın da belirttiği üzere, erkeklerden ortalama yüzde 30 daha düşük ücret aldığı ve en güvencesiz işlerde kesintili olarak ancak çalışabildiği koşullarda, İstanbul Sözleşmesi’nden çıkışı ve boşanmaların zorlaştırılmaya çalışmasını, tek başına ailelerin yeniden üretimin merkezi olmasıyla değil AKP’nin patriyarkayla ve bizzat evdeki erkeklerle yeni bir uzlaşma noktası bulması olarak da açıklamak daha mantıklı görünüyor. Elbette AKP’nin patriyarka ile uzlaşısında ya da patriyarkayı güçlendirmesinde ev içi emeği göz ardı edemeyiz ama erkek şiddetinin cinayetleri meşru kılacak biçimde önünü açmak yeniden üretim sürecinin ihtiyaçlarıyla açıklanamaz sanki.

En başa dönersek Melda “… feminist mücadelenin sermayeye karşı mücadeleye yakınsamasının dayanaklarının güçlenmesi”nden bahsediyor. Özellikle ikinci dalga feminist hareketin ortaya çıkmasından itibaren sosyal hak mücadelelerini genişleterek sürdürdüğünü de göz önüne aldığımızda, sınıf mücadelesinin feminist mücadeleye yakınsamasını sağlayarak, ev işlerini kadınların karşılıksız yapmasından bizzat erkeklerin çıkarı olduğu için, eşdeğer işe eşit ücret mücadelesinin gerçek anlamıyla erkek sınıf hareketinin gündemi olmadığını ya da sendikaların İstanbul Sözleşmesi için kuru açıklamalardan fazlasını yapmadığını, görünür kılmak gerekiyor sanki. Ki tam da kadınları dışlayan onca işkolunda örgütleme yapan sendikalardan hiçbirinin şu fabrikaya, şu işyerine kadın işçi alın demediği, işçi kadınların erkek egemenliğine dayalı olarak sınıf mücadelesinde özel talepleriyle içerilmesi gerektiği üzerine bir program ortaya koymayan bir sınıf hareketiyle karşı karşıyayız. En önemlisi erkek şiddetinin kadınların özgürleşme mücadelesi karşısında vahşileşerek arttığı mevcut koşullarda, feminizmin bizzat aileyi ve evdeki erkekleri hedef alarak, aile aracılığı ile evdeki erkeklerin emeğimize karşılıksız el koyduğu, bedenimizin, cinselliğimizin denetlediği vurgusunu özellikle öne çıkarmak gerekiyor. TYÜ kuramını temel alan bir feminist mücadele ile patriyaraka- patriayarkal kapitalizm- kapitalist patriyarkayı temel alan feminist mücadele arasındaki temel ayrım bu noktada somutlanıyor. Gündelik hayatımızdaki erkek egemenliğini merkeze koyarak bütünlüklü bir mücadele vermek ile sermayenin gündelik hayatımızdaki belirleyiciliğini merkeze koyarak mücadele vermek arasındaki fark bu.

Son olarak iki noktaya işaret etmek istiyorum. Melda’nın yazdıklarından bağımsız: 1-Melda’nın çizdiği çerçeve itibarıyla feminist mücadeleyi de sermayeye karşı mücadele çatısı altına almak, bir başka deyişle sosyalizm mücadelesinin bileşeni haline getirmek, sınıf mücadelesinin öznesini belirsizleştiriyor sanki, ki ekoloji mücadelesi, kadın mücadelesi vs diye sıralanarak anti kapitalist mücadeleyi sınıf mücadelesine/sosyalizm mücadelesine ikame etme riski taşıyor. İkincisi ise kitapta Melda ayrıntıyla TYÜ kuramını işçi sınıfının biyolojik yeniden üretime indirgeyen yaklaşımları eleştirdiği için TYÜ genelinde aslında çok yaygın olan bu çizgiyi tartışma kapsamına almadım.

Ve elbette tüm dünya tartışırken bizlerin de son derece somut ve güncel bir çerçevede TYÜ tartışmamıza olanak veren çalışması sebebiyle sevgili feminist yol arkadaşımız Melda’nın eline, emeğine, aklına sağlık…

*Semiha Arı’ya katkıları ve eleştirileri için teşekkür ederim.

Yaşamı Üretmek- Bütüncül Bir Feminist Teriye Doğru, Melda Yaman, Dipnot Yayıları


[1] Melda “ataerki” kavramını tercih ederken ben “patriyarka” kavramını tercih ediyorum. Melda kendi gerekçelerini kitabında anlatmış. Bu yazıda bu tartışmaya girmeksizin Melda’dan yaptığım alıntılarda doğal olarak onun yazdığı ataerki kavramını bırakacağım ama kendi kullanımımda “ptariyarka” diyeceğim.

[2] Kuşkusuz çok ama çok genel bir çerçeveden Marksist- radikal ve sosyalist feminizm ayrımlarını anlatıyorum ancak yazının bundan sonraki bölümlerinde esas olarak gönderme yapacağım çerçeveyi özet olarak anlatma zorunluluğu bir dizi başka analize ve ayrıma yer veremememe neden oluyor

[3] Michael Paul Sacks, A Comparison of the Everyday Life of Soviet Working Men and Women between 1923 and 1966 (makalenin yazılış tarihi 1977)

Paylaş:

Benzer İçerikler

2024 Yoksulluk Nafakası Araştırması raporunun yazarı Ceren Akçabay, yoksulluk nafakasının kadınlar tarafından talep edilmesinin, kadınların işsiz ve gelirsiz olmasından kaynaklandığını söylüyor. Ve önemli bir noktaya dikkat çekiyor: “2019 Araştırması’nda nafakanın ödenmemesinin en önemli nedeni nafaka yükümlüsünün isteksizliği olarak gösterilirken 2024 yılında en önemli neden kadınların, erkeğin uygulayacağı şiddetten korktuğu için hakkını arayamaması olarak gösterilmiştir.”
AKP iktidarı İş Kanunu’nda değişiklikler yapmayı planlıyor. Yapılan değişikliklerin işçilerin değil sermayenin çıkarları doğrultusunda olacağını önceki deneyimlerimizden biliyoruz. Arkadaşımız Nesrin, İş Kanunu’nun tarihçesini ve imzalanmayan ILO sözleşmelerini anlatıyor.
Geçtiğimiz nisan ayında başladığımız ve aralık ayında tamamlanan Kadınİşçi’nin “Depremden Etkilenen Kentlerde Kadınların Ücretli Ücretsiz Emeği” adlı raporunun çıktıları, Bağlam Yayıncılık’ın toplantı salonunda basın ve kadın örgütlerine anlatıldı.
Deprem bölgesinde konteyner kentlerde kimi ihtiyaçlar kısmen sağlanmış olsa da bazı ailelerin hâlâ birlikte yaşamak zorunda kalması, kadınların ev içi yükünü artıyor. Bu duruma ulaşım sorunu da eklenince kadınların ücretli emeğinin koşulları değişiyor. Kadınlar güvencesiz ve part-time işlere mahkûm hale geliyor.
İçeriklerimizi kaçırmamak için e-posta bültenimize ücretsiz abone olun!