Yersiz yurtsuz kadınlar: Bir “barınamama” hikâyesi

“Ev nedir senin için?” diye soruyorum Leyla’ya. “Ev, içine girdiğinde bütün gardını indirebildiğin, kendin olabildiğin, sana ait kokuların olduğu bir yerdir” diye cevap veriyor. “Ama ben gardımı hiç indiremedim.”
Paylaş:

Selçuk Baran, “Erkekler… Köşe başlarını tutmuş ufacık devler. Bize, biz kadınlara onların el yordamıyla kurdukları hayatı kabullenmek, şu tuhaf dünyanın gidişine boyun eğmek düşüyor. Ses geçirmez duvarların ardında ne vaatler ne umutlar! Sessizlik her şeyi ağırlaştırıyor, çekilmez yükler oluşturuyor” (Baran 2020, 92) der bir öyküsünde. Rebecca Solnit ise “Özgürleşmek bir yanıyla hep bir hikâye anlatma sürecidir: Hikâyeleri bozma, sessizlikleri kırma, yeni hikâyeler yazma… Özgür insan kendi hikâyesini kendi anlatır. Kıymet gören insan, yaşadığı toplumda hikâyesine yer olan insandır” diye yazar Tüm Soruların Anası’nda (Solnit 2022, 25).

Feminizm, kadınların “el yordamıyla” kurulan o hayatı kabul etmediklerini, “ses geçirmez duvarların” ardındaki hikâyelerini haykırarak sessizlikleri bir bir “kırdıklarını” gösterdi bize. “Kadın haklarının tarihi, sessizliği kırmanın tarihi oldu” (Solnit 2022, 26). Özgürleşme mücadelemiz, duvarların ardındaki hikâyelerimizi; dayağı, cinsel tacizi, tecavüzü, şiddeti, emeği, acıyı anlattığımızda başladı. Kadınların hikâyelerini anlatmak, onlara yer açmayı sürdürmek, feminist mücadelenin ve özgürleşme sürecinin bir parçası. Bu sebeple Kadın İşçi olarak “hikâyeler” başlığı altında kendimiz de dâhil olmak üzere birçok kadının yaşamına, karşılaştıkları zorluklara, patriyarkal toplumun çeşitli veçhelerinde verdikleri mücadelelere yer vermeye çalışıyoruz. Bu yazı da onlardan birinin, Leyla’nın hikâyesinin sesi. Leyla’nın barınma daha doğrusu “barınamama” hikâyesinin…

Türkiye’de son iki yıldır özellikle pandemiyle birlikte katmerlenen ekonomik kriz, fahiş ev kiraları, devlet yurtlarının yetersizliği, özel yurtların pahalılığı nedeniyle başta gençler ve kadınlar olmak üzere toplumun çok büyük bir çoğunluğunu etkileyen, yaşam koşullarını zorlaştıran şiddetli bir “barınma krizi” yaşanıyor. Kalacak yer bulamadığı için parklarda yatan, aile evine dönen, akrabalarının yanında kalmak zorunda kalan ya da barınabilmek için okulu bırakıp güvencesiz, geçici işlerde çalışan binlerce kişiye şahit olduk/oluyoruz.[1] Evet, sermaye düzeninden doğan barınma krizi herkes için çetrefilli ve zor. Ancak kadınlar için krizin yüzü daha farklı, daha ağır. Kapitalist sistemin yanı sıra onunla iç içe geçmiş olan patriyarkayla da mücadele ediyorlar. Bu nedenle konu ortak olsa da “kadınların hikâyeleri başka türlüdür, başka bir şeyi anlatır. ‘Kadın’ savaşının kendi renkleri, kokuları, ışıkları ve duygu evreni vardır. Kendi sözcükleri…” (Aleksievich 2016, 12).

Leyla’yla[2] da aslında bu süreçte yaşadığı zorluklar üzerine konuşmak istemiştim. Ancak hikâyesini anlatınca “barınamamanın”, onun yaşamında çok uzun bir geçmişi olduğunu gördüm. Ekonomik krizden öte içine doğduğumuz patriyarkal toplum düzeninin namus ve ahlak kodları, bir kadının “barınmasını” doğduğu andan itibaren bir mücadele alanı haline getirebiliyordu. Gerçekten de bir kadın için barınamamanın “kendi sözcükleri” vardı.

Çocuk işçi Leyla

Leyla 32 yaşında, reklamcılık sektöründe çalışıyor. Yaklaşık dört senedir İstanbul’da yaşıyor. Balıkesir’de doğmuş ancak annesiyle babası o iki buçuk yaşındayken boşanınca annesinin ailesinin yaşadığı şehre, Siirt’e taşınmışlar. Üniversiteye gittiği güne kadar, 20 sene orada yaşamış. Kız kardeşinin küçük yaşta geçirdiği kaza sonrasında annesinin bütün ilgisi ona kaymış. Leyla ise annesinin ailesinin; anneannesinin, teyzelerinin, dayılarının evlerinde büyümüş.

“Hemen büyümüş gibi oldum o süreçte” diye anlatıyor o günleri. Leyla büyümüş. Leyla öyle büyümüş ki “işçi” olmuş! Çocuk işçi! İlkokul 4’üncü sınıftan lise sona kadar dayılarının kafelerinde, lokantalarında çalışmış: “Ortaokul bitimine kadar garsonluk yaptım. Lisede de onların bir yemek lokantaları vardı. Sabahleyin orayı açar, öğleden sonra da okula giderdim. Diyorum ya ben çocukluğumdan beri çalışıyorum.”

Liseyi bitirince üniversite sınavına girmiş Leyla ancak istediği yer olmamış. Bir yandan çalışıp bir yandan da üniversite sınavına hazırlanmaya devam etmiş. Kazandığı parayla bir dershaneye yazılmış. Bu dönemde yaptığı iş ise çocuk bakıcılığı olmuş: “Ailem doğu kültüründe olduğu için belirli işlerde çalışmama izin veriyorlardı. Ben de o dönem hocamın çocuklarına bakıyordum.”

Leyla bu süreçte patriyarkal sosyal kontrol mekanizmalarının kadınlar üzerindeki baskısının çok güçlü olduğu bir kültürde ve bölgede, dindar ve muhafazakâr bir ailenin içerisinde yaşayan bir kadın olarak başörtüsü takmayı reddedip, bedeni ve kıyafetleri için de uzun müddet mücadele vermiş.

Benim bir de ek işlerde çalışmam da yasaktı oralarda. Neymiş efendim, hani o cemaatlerin kendi kuralları var ya, ‘Kızlarımız altıda yurtta olacak’ falan… Ama ben gizli gizli çalışıyordum.

“Cemaat evinde yalnızca dokuz gün dayanabildim”

Leyla’nın çabaları karşılık vermiş ve bir İç Anadolu şehrinde bulunan üniversitede Reklamcılık bölümünü kazanmış. Leyla’nın sözleriyle ifade edecek olursam, dayısı “kılık kıyafeti ve aykırı tavırlarından” dolayı üniversiteye gitmesine şiddetle karşı çıkmış: “Dayım ‘Bu kız üniversiteye giderse kesin anarşist olur’ diyordu.”

Ama Leyla vazgeçmemiş, diretmiş ve sonunda üniversiteye kaydını yaptırmış. Barınması için ailesi tarafından uygun görülen yer ise yalnızca “dokuz gün dayanabildiği” cemaat evleri olmuş:

“Ailelerin güvenebileceği ve gönderebileceği belirli yerler vardı o süreçte. Onlar da allem edip kallem edip ailemi ikna edip beni oraya götürtmüşlerdi. Ailemin her şeyine evet demek zorundaydım; çünkü hem ailemden saklı olarak ikinci öğretim kazanmıştım, haberleri yoktu. Hem uzak bir şehirde okuyacaktım ve şöyle de bir şey vardı; bir şekilde o ekonomiyi sarsmamam gerekiyordu. Cemaat evleri uygundu fiyat olarak. Ama ben sadece dokuz gün dayanabildim.” 

Dokuz günün sonunda Leyla yakın arkadaşıyla eve çıkmak istemiş ancak dayısı “Başıboş mu dolaşacaksın sen” diyerek karşı çıkmış. Mecburen yine başka bir cemaate ait olan yurda yerleşmiş. Burada da bir yerlere gidip gelebilme ve yurda giriş çıkış saatleri konusunda zorlanmış. En ufak bir geç kalmada dayısı aranmış. Dahası yurdun kurallarından dolayı çalışması da yasakmış. En çok da bu zorlamış onu, çünkü geçinebilmesi için çalışması gerekiyormuş:

“Benim bir de ek işlerde çalışmam da yasaktı oralarda. Neymiş efendim, hani o cemaatlerin kendi kuralları var ya, ‘Kızlarımız altıda yurtta olacak’ falan… Ama ben gizli gizli çalışıyordum. Tanıtım işlerinde, stantlarda birçok ajans işleri falan olurdu, öyle çalışırdım. Ne yurdun ne ailemin haberi oldu.”

Eve dönmemenin yolları

Genç kadınlar için en zoru da üniversite bitince geçim ve barınma yetersizliği yüzünden eve dönmek. Leyla da üniversiteyi bitirince kendi tabiriyle “eve dönmemek için neresi olduğuna bakmaksızın her ilde çılgın gibi iş aramaya” başlamış. Ancak çok sevdiği reklamcılık sektöründe bir iş bulamamış. Kısa süreliğine eve dönmüş ve aklının bir köşesinden geçen “acaba eve temelli mi dönsem” düşüncesi, evde geçirdiği 10 günün sonunda tamamen yok olmuş.

Tam da bu dönemde Şanlıurfa’da bulunan bir ortaöğretim yatılı yurdundan, müdür yardımcılığı pozisyonu için iş teklifi almış. “Hem kalacak bir odam olacak hem para kazanacağım” diye düşünerek teklifi kabul etmiş. Üç sene içinde Türkiye’nin farklı şehirlerindeki yurtlarda görevlendirilmiş. “Kendine ait bir odası” olmuş ama bu oda “kendine ait bir hayatın” içerisinde değilmiş, diğer bir deyişle “gardını indirebildiği bir yer” olmamış:

“Odam bana aitti ama mesela bir çamaşırımı atmak için dışarı çıkmak zorundaydım, bir şey yemek için aşağıya mutfağa inmek zorundaydım, belirli bir saatte yurtta olmak zorundaydım, ne zaman aranırsam açmak zorundaydım; bir olay oldu diyelim, gece yarısı uyanmak zorundaydım.”

Çok geçmeden kendine ait odası da elinden alınmış Leyla’nın. Başka bir şehirde görevlendirildiği yurtta, yeterli oda sayısı olmasına rağmen bir odada iki kişinin kalması gerektiğini şart koşmuşlar. Üç ay boyunca valizlerini açmamış Leyla burada. Bir yandan da İstanbul’da yüksek lisans yapmaya başlamış. Derken bir gün telefonuna işten çıkarıldığına dair bir mesaj gelmiş: “Cebimde param yok, kalacak yerim yok, birden çıkarıldığımı öğrendim. Neye uğradığımı şaşırdım.”

Leyla barınacak bir yer aradığı bu süreçte arkadaşlarında, öğrencilerinde, teyzesinde kalmış. Bütçesinin yetebileceği tek yer yine bir cemaat evi olmuş. Ancak onlar da Leyla’nın çalıştığı yurdun siyasi bir kuruluşa bağlı olmasını gerekçe göstererek reddetmişler: “Benim siyasetle işim yoktu ki. Ben yalnızca yaşamaya çalışıyordum.”

“Bir gün gerçekten sokakta kaldım, gittim kütüphanede yattım. Ama mevsim yaz, terliyorsun, günlük duş alma ihtiyacım var falan.”

Bekâr kadın olarak ev kiralamanın zorluğu

Leyla en sonunda bir kadın arkadaşıyla birlikte uygun fiyatlı bir kiralık daire arayışına başlamış. Hayli zorlu bir arayışın sonucunda bir çatı katı dairesi bulmuşlar. Tabii bu süreçte sürekli olarak patriyarkal namus ve ahlak söylemleriyle karşı karşıya kalmışlar:

“Emlakçı bana şey demişti; ‘Şimdi siz iki kız kalıyorsunuz da yüzümüzü kızartacak bir şey yapmayın.’ Biz sana para veriyoruz, çalışıyoruz. Sen kalkıp namusumuzun lafını yapıyorsun. Çok saçma! Önce kendi namusuna baksın.

2019 ilkbaharından 2022 yazına kadar arkadaşıyla bu evde yaşamış Leyla. Ancak pandeminin etkisiyle ikisi de işsiz kalmış, borçları birikmiş, geçinmek iyice zorlaşmış. Bütün bunların üstüne ev sahibi de kiraya yüklü bir miktar zam yapmak istemiş: “Zaten ev sahibinin çıkarmasının ve bahane aramasının nedeni de o ara kiraların çok yükselmesiydi.”

Ve Leyla yeniden barınacağı bir yer arayışına girmiş. Bir öğrenci yurdunda üç kişilik bir odada kalmaya başlamış. Ancak kısa süre sonra devletin öğrenci olmayanların yurtlarda barınmasını yasaklamasıyla oradan da ayrılmak zorunda kalmış. “Bir gün gerçekten sokakta kaldım” diyor Leyla; “Gittim kütüphanede yattım. Ama mevsim yaz, terliyorsun, günlük duş alma ihtiyacım var falan.”

Kütüphanede tanıştığı bir kadın arkadaşının, annesiyle birlikte yaşadığı evlerinde kiracı olarak kalmış kısa bir süre. Kendine ait ayrı bir odası yokmuş, arkadaşıyla birlikte yatmış. Bir yandan da kalacak yer arayışına devam etmiş, her gün onlarca apartla görüşmüş. “Güvenilir ve temiz olan apartların kirası neredeyse bir ev kirası kadardı. Uygun fiyatlı olanlarda da üç-dört kişi birlikte kalıyordunuz, pisti, ev değil de inşaat gibiydi” diye anlatıyor Leyla.

En sonunda şu anda yaşadığı evi bulmuş. Bu evde de beş kadın birlikte kalıyorlar, odayı iki kişi paylaşıyorlar. Kirası ise 2 bin 500 TL. Ne faturalar ne mutfak masrafları dâhil içine. Şimdi de oda arkadaşıyla sıkıntılar yaşıyor Leyla. Sırf bu yüzden gününü olabildiğince dışarıda geçirmeye çalıştığını, eve sadece yatmaya geldiğini ancak geceleri de uyuyamadığını söylüyor:

“Daha ocak ayında ben kütüphanede, bildiğin boş mescitte uyuyordum ya da yerdeki sedirin üstünde uyuyup geliyordum eve, öyle ki biraz olsun uyumuş olabileyim.”

Geçen yıl bir kız öğrenci vardı, psikoloji okuyordu. Halasının yanında kalıyordu mecburen. Halası demiş ki ‘Sen benim kocama bakıyorsun.’ Kızın psikolojisi bozuldu. Ve ona kalabilmesi için bulabildiğimiz tek yer cemaat yurduydu.

Devletin payına düşen

Son olarak Leyla bir kadın olarak barınma konusunda devletten beklentilerini dile getiriyor. Sözleri, kadınların barınamamasının “kendine has isyanını” taşıyor içinde:

“Herhangi bir cemaate bağlı olmayan, insanların bireysel olarak yaşayabilecekleri 1+0 konutlar yapılmalı devletin desteğiyle. Buna devletin öncülük etmesi lazım, bununla ilgili bir plan programı olması lazım. Şunu görmemiz lazım artık, hem Türkiye’de hem dünyada evlilik yaşı yükseldi. İnsanlar yalnız yaşıyorlar. Yalnız yaşamak istiyorlar. Bu bir tercih. Kadınlar sırf barınabilmek için, bir evi olsun diye olmadık erkeklerle evlilik yapabiliyorlar. Görüyorum bunu çevremde de. Üniversiteye gelen çocuklar var. Akrabalarının yanında barınmak zorunda kalıyorlar. Geçen yıl bir kız öğrenci vardı, psikoloji okuyordu. Halasının yanında kalıyordu mecburen. Halası demiş ki ‘Sen benim kocama bakıyorsun.’ Kızın psikolojisi bozuldu ve kalkıp gitti memleketine, finalleri bırakıp gitti. Ve ona kalabilmesi için bulabildiğimiz tek yer cemaat yurduydu. Kız ‘Ne olursa olsun her şeye uyarım’ diyordu.”

Görsel: Leon Spilliaert, Woman at the Shoreline (1910).

Kaynaklar

Aleksievich, Svetlana. 2016. Kadın Yok Savaşın Yüzünde. (çev: Günay Çetao Kızılırmak). İstanbul: Kafka Yayınevi.

Baran, Selçuk. 2020. Yelkovan Yokuşu. İstanbul: Yapı Kredi Yayınları.

Solnit, Rebecca. 2022. Tüm Soruların Anası. (çev: Elif Ersavcı). Siren Yayınları.


[1] Leyla’yla depremden önce konuşmuştum. Yazıyı yazmamın üzerinden birkaç gün geçmişti ki deprem felaketi yaşandı. Maraş merkezli depremler bu krizi iyice derinleştirdi. Depremden etkilenen ve başka illere göç eden binlerce insan öncesine kıyasla çok daha yüksek kira fiyatlarıyla karşı karşıya kaldılar. Bugün İzmirli depremzedelerin kaldığı konteynerlerden, öncelikli olarak yalnız yaşayan insanlar polis eşliğinde zorla çıkarıldılar. “Yalnız yaşamak suç mu! Sokakta kaldım ben” diyen kadının feryadına şahit olduk. Deprem bölgelerindeki kadınların ise patriyarkal ahlak ve namus söylemleriyle barınmaları engelleniyor. Tek yaşayan ve boşanma sürecindeki kadınlara çadır verilmiyor. Tıpkı savaş gibi barınamama gibi depremin de kadınlar için “kendi sözcükleri” var. Yaşamın her alanına işlemiş bir zehir patriyarka. Kriz anlarında daha da ölümcül hale geliyor. Hikâyelerimizi “kendi sözcüklerimizle” anlatabilmek ve dayanışabilmek ise devamız, çaremiz. 

[2] Hikâyesini paylaşmayı kabul eden kadının isteği üzerine gerçek ismini kullanmadım.

Paylaş:

Benzer İçerikler

Gösterilecek içerik bulunamadı!
İçeriklerimizi kaçırmamak için e-posta bültenimize ücretsiz abone olun!