Burası bir dağ köyü… Bergama’nın Kozak Mahallesi’nin köylerinden biri. Yukarıbey’de yaşayan beş kadın bu haberimizin konusu. Köyde tiyatro kurdular ve birden tüm ilgiyi kendilerine çektiler. Söz ettiğimiz kadınlardan Semiha Atan ve Rakibe Yasemin Doğan’dan dinlediğimiz anekdotlar öyle sıradan söyleşi cümleleri değil. Bu beş kadının hepsi tarım emekçisi. Örneğin sergilenen oyun bittiğinde eğilip, selamını veriyor Semiha, eve geldiğinde üstünü değiştirip ahıra koşuyor ineğini sağmaya. Günümüzde birçok köyde ve hatta şehirde insanların kendi yolunda gittiğini, sanatın s’sinden dahi söz edilmediğini biliyoruz. Böyle bir dönemde bir dağ köyünde beş kadın tiyatro topluluğu kuruyor. Katılan herkesin rolünü bellemesi için boş zamanlarından fedakarlık etmesi gerekiyor. Aylar süren rol ezberlerinde jest ve mimik alıştırması yaparken, bunu komşulara izah etmek de zor! 58 yaşında tiyatroya başlamışsa daha da güç. Semiha, rolü ezberlemeye çalışırken, “Aa gız bu nasıl hareket öyle, ne büküyon öyle belini” diye eleştirilen, bazen de yadırganan günler yaşadı. Ama tutkuyla, kalple ve ruhla yaptılar oyunun ezberlerini… Köyün gerçeklerini anlatan bir tiyatro yarattılar; altın ve granit arayanların doğayı nasıl yok ettiğini, halkların toprağa erişim mücadelesini..
“Küçükken bıyık çizer taklit yapardık”
Semiha ve arkadaşlarının tiyatroya meyletmesi iki sene önce olmuş. Bir gün köy yerine bir tiyatro ekibinin geldiğinden söz ediyor. Oyun köyde sergilenmiş. Herkes gibi onlar da izlemiş. İzledikten sonra çok heveslenmişler. Bu ilginin asıl nereden geldiğini sorunca çok eskilere gidiyor. Çocukluğunun televizyon ve telefon olmadığı dönemlere denk geldiğini anlatıyor. O yıllarda en büyük eğlencenin taklit olduğunu söylüyor; “O zaman köyün kızları bayramlarda bir evde toplanırdık. Bazen taklit yapar, bazen dümbelek çalardık. 14-15 yaşlarındaydık. Bazılarımız kılık değiştirip, bıyık çizip erkek olurdu. Eğlenmek için çeşitli rollere girerdik.” Radyo da etkili olmuş: “Tek bir radyo vardı, hepimiz oradan müzik, tiyatro dinlerdik. İnekleri otlatmaya giderken de alırdım yanıma. Hayvanların başında radyo tiyatrosu dinlerdim”.
Çocuğu olmayınca…
Köyde bütün kızların örtülü olduğunu anlatıyor. “Beşi bitirdik mi (ilkokuldan sonra) kıvrağı geçirirdik üzerimize” diyor. “Kıvrak” adı verilen bir kıyafeti giyip, başlarından aşağı da “ferace” denen simsiyah bir örtü takarlarmış. Eşi onu bir düğünde görmüş, sonra da “istemiş”, evlenmişler. Ardından çok zorlu bir sürece girmiş. Yedi sene çocuğunun olmadığını, köylülerin bunu konuştuğunu anlatıyor. “Bir yere koşturarak gidecek olsam, ‘Ne koşup, telaş ediyorsun. Çoluğun çocuğun mu var ki. Kime bırakacan ki malını” deyip laf giydirirlerdi. Her fırsata yüzüme vururlardı. Ama yedi yıl sonra hamile kalınca bütün köy susuverdi”.
“Hoca kimimizi kartal yaptı”
Geçmişe ait yaşamından kesitler anlatan Semiha, tiyatroya nasıl gönül verdiğine sözü getiriyor tekrar; “O tiyatro oyununu seyredip heveslendik, Şeniz Hoca vardı orada. ‘Biz de yapıversek’ dedik. Hepimizin yaşı 50’yi aşmış. Onu da deyiverdik. ‘Olur, neden olmasın’ dedi”. Sonra beş kadının Kozak Halk Eğitim Merkezi’nde dersleri başlamış. Her ders son derece renkli geçmiş. “Madran dağı eteğinde bizim köyümüz. Bu dağda altın ve taş arama yapıp doğaya çok zarar verdiler. En başta gelen derdimizdi. Hocaya anlattık. Altın arayıcılarının kötülüklerine de oyunumuzda yer verdi. Her kılığa soktu bizi. Kimimizi kartal yaptı. Bazımız aslan rolüne girdi. O altın aranan yer Gelintepe’sinde. Orada yeşilliğin, çamların yok olması, toprağın kupkuru hale gelmesi… Hepsini oyunumuzun konusu haline getirdi Hoca”.
“Tiyatro sizin neyinize”
Peki köy sakinleri nasıl karşılamış bütün bunları. Karşı çıkan olmuş mu? Semiha’nın adına değil de köy adına Facebook’ta bir sayfa var. Orada köylülerden bazıları şöyle paylaşımlar yapmış; “Koca koca karılar ne işiniz var orada. Tiyatro sizin neyinize? Evinize dönün, torunlarınıza bakın, namazlarınızı kılın!” Bu eleştiriler kadınların moralini altüst etmiş. Neredeyse provaları bırakacak hale gelmişler. Şeniz Turan’a anlatmışlar. Son derece büyük kararlılıkla kadınların bu oyunda kalmasının önemine değinen hoca, gerekçeleri şöyle sıralamış; “Olmaz öyle şey. Oyunu size bıraktırmam. Bu kadar emek harcadınız. Ne demek bırakmak? O insanlara kesinlikle aldırmıyoruz, aynı şekilde provalara devam ediyoruz.” Köyün ataerkil kültürü, bu kadınların yaşamlarını “geriye çevirme” noktasında başarılı olamamış… İlk hamle geri tepmiş
Gülme krizleri
Oyun yazarı Şeniz Turan’ın dışında, Yönetmen Tuncay Akdeniz ve Genel Sanat Yönetmeni Vedat Murat Güzel’le ilerlemiş provalar. Ve tabii çok zor geçiyormuş. Bel kıvırma hareketi, hayvan rolüne girince onun sesini çıkarma… Birçok rolde gülme krizine girip ilk başta yapamamışlar. Sonra yavaş yavaş alışmışlar. Ezberler tamam, oyun oturmuş, sergilenmeye sıra gelmiş. Tam sahneye çıkacaklar Covid 19 Salgını baş göstermiş. Onu atlatıp tekrar hazırlanmışlar bu kez de büyük İzmir depremi olmuş.
Yılmamışlar uzun bir bekleme sürecinden sonra tekrar kaldıkları noktaya geri dönüp, tekrar sahneye çıkma heyecanına kapılıyorlar. Bu esnada köy tiyatrosunun varlığını öğrenen bir profesör de destek olmak istediğini söylüyor. “Oynamak kadar izlemeniz de önemli. Sizleri kendi imkanlarımla farklı tiyatrolara götüreceğim” diyor. Ve iki ay boyunca bu izleme sürüyor. Sanatsever profesör, onları oyun sonrası evlerine bırakıyor. Semiha diyor ki; “Gittiğimiz tiyatroları izlerken şok olduk. Her sahne bizi etkiledi. Zaten hayatımızda ilk kez tiyatro seyrediyorduk. Sonra hepimiz yaptığımız nedir asıl o zaman anladık. Bize ilaç gibi geldi”.
“Çocukluğumda kızlara her şey yasaktı”
Grubun başka bir oyuncusu ise Rakibe Yasemin Doğan. Evli ve iki oğlu var. Yugoslav göçmeni bir ailede büyümüş. 19 yaşında evlenmiş… Nasıl adetlere sahip bir köy burası? Çocukluğundaki yaşantıyı merak ediyorum. Oradan konuşmaya başlıyoruz. Özellikle kız çocukları ve kadınlara dair paylaşım yapmasını istiyorum, anlatıyor; “Bizim bu köyde benim çocukluk dönemimde kızlara her şey yasaktı. Örneğin sünnet düğününe götürülmezdiler. Beşinci sınıfı bitirince okutulmazdılar. Kızlı oğlanlı görüşme kesinlikle olmazdı. Karışık olarak asla bir yerde oturmazdık. Birisi vefat mı etmiş, o cenazeye kızlar yollanmazdı. Eğer bir kız nişanlanmışsa, nişanlısıyla asla görüşemezdi. Ta ki evlendiği güne kadar”. Bu anlattıklarının devamı da var ama “anladım” diyorum. Eski yıllarda, kızlar için hayatın bu kadar boğucu ritmini dinlemek nefesimi kesiyor…
Ellerine nakış ipleri tutuşturuluyor
Rakibe de fazla okumamış, sadece ilkokulu bitirmiş. En dikkatimi çeken taraf ise şu; burası Ege’de, modernizmin beşiği olarak düşünülen İzmir’in bir ilçesinin köyü. İlköğretim diploması alınınca kızların eline nakış ipleri tutuşturuluyor; “Hadi başla çeyizlerini yapmaya” diyorlar. Başka bir alana geçiyor. Bayramlardaki eğlenceleri anlatıyor. 15-17 yaş dönemlerinden söz ediyor. Karşılıklı doğaçlama yaptıkları, adeta “piyes” gibi oyunlar bunlar. Erkekler, kızlar tabii asla bir arada olmadığı için sadece “kız kıza” bu uğraşların içindeler. Karşılıklı iki gruba ayrılıyorlar ve atışıyorlar. Erkek rolü gerekiyorsa, kalemle bıyık çizip onu da oluyorlar.
Çocukluktaki yasaklara adeta misilleme
Tiyatro ile tanışması da Semiha’nın anlattıklarıyla örtüşüyor. Köyde sergilenen bir oyunu izlemesi ve ardından gelen oyuncu olma merakı. Köye gelen gösteri grubu… İzlemenin ardından da oluşan o tutku. Grubun sorumluları Şeniz Turan ve Tuncay Akdeniz’in beş kadını tiyatrocu olarak yetiştirmeye talip olmasını ise iki kadın “mucize” olarak niteliyorlar. Bu arada 53 yaşındaki Rakibe, diğer arkadaşlarından bir tık şanslı. Çünkü o çocukluğunda (sadece bir kez) bir oyun izleme fırsatı bulabilmiş. Babası onu İzmir fuarında gösterimi olan Nejat Uygur Sahnesi’ne götürmüş. Daha küçücük kızlara dahi birçok yasak getiren bu geleneksel yapının içinden beş kadın çıksın ve köy tiyatrosu kursun. Çocukluklarını ellerinden alan zihniyete karşı adeta bir misilleme gibi!
Altın arayıcıları buraya da geldi!
Madran dağında, “Gelintepesi” olarak anılan bölgede konuşlanmış şirketlere geliyor söz. Taş ocakları ve altın madeni işletiyorlar. Yukarıbey’i çok etkiliyor çünkü köy dağın tam dibinde. Oyunun bir bölümü bu doğa katliamına ait. Tek gelirleri olan çam kozalaklarının verimi, maden ocaklarının açılmasından sonra iyice düşmüş. “Eskiden bir ağaç 500 kozalak veriyorsa şimdi 100 ancak” diyor. Dolayısıyla bütün köy halkı madenlerden son derece rahatsız. Köylülerin yıllar önce o kadar protestosu olmuş ki. O döneme dair bir anekdot paylaşıyor. “Biz Meclis’e kadar taşıdık olayı o dönem. Mehmet Gönenç belediye başkanımızdı. O gitti bu sorunun Meclis’te tartışılmasını istedi. Fakat AKP ve MHP’nin oylarıyla reddedildi.”
Hayatlarına dair her şey, köyün adetleri, çam ağaçlarının yaşamlarındaki rolleri, yaşayış biçimleri oyuna konu olmuş. “Nasıl geçinilirdi?” sorusunun ardından şu bilgileri paylaşıyor: “Herkesin ahırı vardır. İnek ya da koyun beslenir. Diğer geçim kaynağı ise çam fıstığı. Burada herkes çok fazla sayıda çam ağacına sahip. O ağaçlardan çam kozalakları toplanır. Onların fıstıklarını işleyip satarız”. “
“Git otur evinde”
Sadece bir kez sergilendi gösterileri. Ondan sonra herhangi bir yerde oynamadılar. Devamını bekliyorlar. Bu oyunun en önemli yanı sadece kadınlardan oluşan bir köy tiyatrosu olması. İkinci önemli tarafı ise bölgedeki çevre katliamına karşı oyun yoluyla büyük bir karşı çıkış var. Çünkü köyün sırtını yasladığı Madran Dağı’ndaki vahşi madenciler yüzlerce çamı kesti. Altın aramasına kullandıkları siyanür doğayı harap etti.
Bu beş kadın da “kadının yeri evidir” şeklinde belletilen bir dünyadan geliyor. Ne var ki, kendi ayaklarının üzerinde duran bu beş kadını artık eve gönderme çabaları boşuna. Kadın Köy Tiyatrosu ile ilerleyecek artık onlar…